Gün daha yeni ağarmaya başlıyorken kendimi uçurumun ucundan aşağı düşüyormuş gibi hissederek garip bir korku içinde uyanıyorum. Gözlerimi açtığım anda ne uçurumun kenarındayım ne de düşüyorum; her zaman gördüğüm odam karşımda. Kapı girişimin hemen karşısında duran yatak ve sağ tarafındaki komodinim, yatağımın hemen karşısında bütün odamı ve günümü aydınlatan camım, onun sağında çekmeceli kıyafet dolabım ve çalışma masam. Üzerleri her zaman dolu olan ama benim için düzeni bu olan bir sürü envanter var üstlerinde. Yatağımın hemen yanında da kitaplığım ve bir tane berjer duruyor asla oturmadığım. Yatağımın solunda kalan yerde bir tane daha cam var ama çivili ve açılmıyor. Küçük olduğu ve güneşin tersi yönde olduğu için çok da ihtiyaç duymuyorum kendisine. İşte odam. Her gün hayatımın sahnesini canlandıran yer. Her yerini ezbere bildiğim, uyandığım zaman görmeyi umduğum tek yer. Kendimi yaşamayı sevdiğim tek alan. Her köşede bir ben var sanki. Annem öldüğünde hiçbir zaman oturmadığım berjere oturup çaresizce ağlayan ben. Ne yapacağımı bilmeden istemsizce dökülen gözyaşlarım. Belki de sebebi budur yeniden oturmuyor olmamın. İşlevi budur ve bitmiştir belki. O gün içim acıyla kaynarken üzüntümün ortağı olmuştur ve benimle işini bitirmiştir belki. Otururken nasıl hissettirdiğini bile hatırlayamıyorum artık. Orada öylece duruyor ama benim için tarihi geçmiş, kötü tat veren eski bir anı sadece.
Yataktan kalmak istemesem de kendimi zorluyorum. Uykuma kendimi tekrar atmak istesem de okul için kollarımdan güç alıp yataktan aşağı ayaklarımı sallandırıyorum. Yataktan kalkıp adımlarımı düzene sokmaya çalışarak odamın sağındaki adımlarımın ezbere bildiği banyoya gidiyorum. Banyoya geçerken kapının karşısında olan aynaya hiç bakmadan yöneliyorum içeri. Ne göreceğimi biliyorum çünkü. Kendinden geçmiş uykulu gözler, kurumuş dudaklar, soluk bir ten. Yine de yüzümü yıkarken başımı yukarıya kaldırdığımda gözlerim aynadaki yansımamla buluşuveriyor. Kızarmış kızgın bir çift göz. Öfkelerinin kime olduğu belli değil. Yalnızca benden hariç bağımsız bir hoşnutsuzluğa sahip gibiler. Bana aitmiş gibi durmayan gözlerimi daha iyi görmek için boynumu aynadan tarafa ileriye uzatıyorum. Kırmızı damarlar çıkmış, kızarıp sulanmış gözümü inceliyorum ilk defa görüyormuş gibi. Açık kahverenginin etrafına yayılmış uyumsuz kırmızılığı biraz daha görmek için daha da yaklaşıyorum. Bakmaya devam ettikçe daha masum gelmeye başlıyor. Öfkesi iyice sönmüş ağlak bir çocuk gibi duruyor artık. Kızarmış gözlerle saatlerce ağlamış gibi. Daha fazla bakmayı bırakıp tekrar önceki pozisyonuma geçiyorum. Kendimi resetlemek için yüzüme son kez bir daha su çarpıyorum. Ve kurulamadığım suratımla tekrar odama dönüyorum. Komodinin üzerindeki telefonumdan saate baktığımda okul için bile erken bir saatte uyandığımı anlıyorum. Yatağımın ucuna oturup komodinin altında duran sırt çantamı ayak uçuma çekiyorum. En arka gözünden annemin fotoğraf albümünü çıkarıp kucağıma bırakıyorum. Gözümü kapatsam dahi hafızamda duran, her santimini kendi vücudum gibi bildiğim albüme daha rahat bakmak için yatağıma iyice sokuluyorum. Bu sefer baştan başlamak yerine en sondan açıyorum kapağını. Son sayfanın son fotoğrafı karşılıyor beni; kıpkırmızı, dizinin hemen üzerinde biten elbisesiyle silah yapmış ellerini kameradan tarafa tutmuş bir şekilde gülümseyen annem. Dudakları da elbisesinin rengindeki kırmızıya boyanmış, saçları dalgalı küt siyah, duruşu ise poz vermek yerine anı yaşıyor gibi hafif eğimli. Fotoğrafı şeffaf yerinden çıkarıp elime aldığımda o günün hatırası parmaklarıma bulaşıyor sanki. Yeni aldığımız kamerayı elimde gezdirip sürekli bir yerleri çektiğimi hatırlıyorum. Annemle babam bir iş toplantısına gitmek için hazırlanıyorlardı. Bütün her şeyi bitip hazır olduğunda yanıma gelip nasıl olduğunu sormuştu. On iki yaşındaydım. Ona bu kırmızı elbisesiyle James Bond'teki ajanlar gibi olduğunu söylemiştim. Fotoğrafını çekmek için kamerayı kaldırdığımda aniden gizli bir ajanmış gibi poz verip ellerini silah yapmıştı. Fotoğrafı çektikten sonra başımdan öpüp "Aramızdaki bu sırrı kimseye anlatma sakın, gizli ajanlar gizli kalmalı." diyerek benden tarafa tek gözünü kırpıp gülümseyerek yanımdan gidişini anımsıyorum. Onu parlak kırmızı topuklu ayakkabılarını giyerken izleyişimi, kapıdan çıkarken el sallayışını...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
uyumsuz ruhlar
Teen Fiction"Uyuyamayacağım, biliyorum. Ama bir süre sonra bilincim yavaşlayacak ve bedenim, uyku ile uyanıklık arasındaki rem akışının ortasında, boynuna bağlı tek düğümlü bir ilmik ipinin ucunda süzülmeye başlayacak."