0.7

954 153 55
                                    

jungkook

botlarımı altımdaki girdaptan çekerken damarlarımı dolduran şiddetli soğuk yüzünden hâlâ titriyordum. bu tür bir öfke ancak balthazar'a ait olabilirdi. ama beni neden evrenin diğer ucuna -gönülsüz olmama rağmen- çektiğini bilmiyordum. etrafımızdaki elektrik yüklü hava sebebi öğrenmeye pek de heveslenmememi söylüyordu. orağımı kınına soktum ve kafamdaki öfkeli çığlıklar yüzünden yüzümü buruşturdum. çığlıklar istediklerini elde edememişlerdi. ben de elde edememiştim. ceketimdeki ışık parıltılarını silkerken beni açık bir şekilde eğlenerek izleyen changbin'e dik dik baktım.

"bu ne böyle şimdi?" sırtımı dikleştirdiğimde büyük salon'un kapılarında olduğumuzu fark ettim. aynaya benzeyen duvarlar göğe uzanıyor, araf'ın gri hiçliğini yansıtıyordu. burası yerleri belli olmayan ruhları çürümeye geldiği yerdi. balthazar'ın, dünya yüzündeki insanların ölümlerini planladığı yere bir ölüm meleğini getirmesinin ancak birkaç sebebi olabilirdi. ve hiçbiri de iyi değildi. "seni daha birkaç saat önce gördüm. ne oldu?"

"ben nereden bileyim?" kollarını göğsünde birleştirip sırıttı. "senin yüzünden günümün yarısını cehennemde, ne olduğunu ancak tanrının bileceği bir şeye dizlerime kadar batmış halde geçirdim."

"benim yüzümden mi?" kaşımı kaldırdım. "bu sefer her ne yaptıysan beni de içine çekmeye çalışma."

changbin bana dönüp kaşlarını çattı. "sana bir iyilik yaparken neredeyse alt kattaki o küçük zebani arkadaşlarına açık büfe oluyordum," dedi. "bir pislik olma rutinini beş dakikalığına bir kenara bıraksan çok iyi olurdu."

"bana iyilik yaparken mi?" dedim inanamaz bir şekilde gülerek. "lütfen. eğer..."

cümlenin geri kalanı gırtlağımda takılı kaldı ve beni boğmaya niyetli bir dehşet hissi omurgamdan geçti. hayır... hayır, hayır, hayır. bunu yapmış olamazdı. döndüm ve omzundaki külleri silken changbin'e baktım.

"hayır..." parmaklarımı saçlarımın arasına geçirip sıkarken acıyı hissedebilmeyi diledim.

"ne?" gözlerinin önünde çözülmemi izleyen changbin'in kaşları çatıldı.

"o çocuğu cehenneme götürmediğini söyle bana," dedim, kendi kulaklarıma bile kısık ve tehlikeli gelen bir sesle.

"başka nereye götürecektim? senin alman gereken bir ruhtu sonuçta."

"o seokjin'in alması gereken bir ruhtu!" ellerimi indirip mermer zemine canlı bir varlık gibi yayılan donu izledim. "ben seokjin'in yerine gitmiştim. çocuğun oraya gitmemesi..."

cümleyi bitiremedim. changbin'in gözlerindeki korku her şeyi özetliyordu zaten. cennet'e gitmesi gereken bir ruhu cehenneme götürmüş, saf bir ruhu açlıktan gözü dönmüş zebanilerin eline bırakmıştı. yüce isa... çocuk şu anda neler yaşıyordu kim bilir. onu ne hallere sokmuşlardı? cevabı biliyordum. biliyordum çünkü beni de aynı hallere sokmuşlardı.

"bilmiyordum," diye fısıldadı. "senin olduğunu söylemiştin. hatta özellikle 'benimkini al' dedin. seokjin'in ruhlarından asla kendininkiymiş gibi bahsetmezsin sen."

"ben..." söylediklerimi düşünürken saçlarımı avuçladım. "öyle dedim. kahretsin..."

neden benimki demiştim ki? başka bir gün olsa dilimin sürçtüğünü düşünürdüm. ama bu çok başka bir şeydi. çocuk o lanet olasıca kelimeyi kullandığım için şu anda cehennemdeydi.

"hissedemedin mi?" diye sordum. "çekimi yani."

"biraz..." changbin kafasının arkasını kaşıyarak bakışlarını kaçırdı. "benim... dikkatim dağınıktı. onu teslim ederken sadece... seninkilerden olduğunu varsaydım."

cehennem meleği, taekook ✓Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin