Altı ay sonra
Annabeth inleyerek bacaklarını yataktan aşağı sarkıttı ve dizlerinin üzerinde yere indi. Yatak başına tutunarak ayağa kalktı ama bu yaklaşık yarım dakikasını almıştı. Tekrar inledi. Sabahları yataktan kalkarken aklından hep Rose'u çağırmak geçiyordu ama kadının hem bacakları romatizmalıydı, hem de Annabeth'i kaldırmaya gücü yetmezdi. Dokuz ay ve iki haftalık iki bebeği birden taşımanın bedeli buydu. Dokuz ay ve iki hafta. Annabeth inanamayarak başını salladı. Tanrılarım, doğmak üzereler.
"Annabeth! Uyandın mı kızım?" Rose'un sesi merdivende yankılandı. Yaşlı kadının yatak odası dizleri nedeniyle senelerdir alt kattaydı. Annabeth onu yukarıya taşınması için zorlamamıştı çünkü kendisi için yataktan kalkmak problemdi, merdiven değil.
Annabeth dikkatlice alt kata indi. Kahvaltı hazırlamaya başladı. Rose yanına gelip "Yardıma ihtiyacın var mı?" diye sordu. "Hayır yok, teşekkürler. Ben hallederim, sen otursana Rose." İhtiyar kadın sandalyesine oturdu. Beraber çabucak kahvaltı yaptılar. "Bugün işe gidecek misin?" diye sordu Rose. "Doğurmak üzeresin Annabeth." "Gitmeliyim," diye karşılık verdi Annabeth. "Daha vakit olmalı..."
Annabeth bir anda karnına giren acıyla iki büklüm oldu. Bacaklarından aşağı su gibi bir şey akıyor, pantolonunu ıslatıyordu. "Anlaşılan işe gitmeyeceğim." Acıyla güldü. Rose ise fırlamış, koridordaki antika telefonu almış ve acili aramıştı bile.
Hem çok kısa hem de çok uzun gibi gelen bir zaman sonra, ambulans görevlilerinin onu kaldırdığını hissetti. Zaman mevhumunu kaybetmişti. Annabeth'in gözleri karardı. Aklına doğum yaparken ölen eski komşusunun kızı geldi. Daha önce hiç yaşamadığı bir acıyla birlikte dünya bulanıklaştı.
Uyandığında bir hastane odasındaydı. Muhtemelen stajyer olan genç bir kız o bilindik hemşire giysisi ile Annabeth'in yatağının başında durmuş, ona bağlı bir makineyi kontrol ediyordu. Annabeth bir şeyler söylemeye çalıştı. Boğazından boğuk sesler çıktı ama kız onu duydu ve dönüp "Nasılsınız?" diye sordu. Annabeth anlaşılmayan bir gurultu çıkardı. "Ha, bebekleriniz mi? Gayet iyiler, merak etmeyin. Biz asıl sizin için endişeleniyorduk. Bana söylendiğine göre sancılarınız tutunca bayılmışsınız, neredeyse ölüyormuşsunuz. Cerrahlarda morfin vermiş ve sezaryen yapmışlar, doğrusu zor kurtulmuşsunuz. Tebrikler, geçmiş olsun! Tekrar soracağım, iyi misiniz?" Annabeth başını sallamaya çalıştı. "Tamam, bu çok iyi. Bebeklerinizi getireyim mi?" Yine aynı cevap. Hemşire neşeyle zıplayarak odadan çıktı.
Annabeth uyuyakalmıştı ama gözlerini açtığında kendini çok daha zinde ve dinlenmiş hissediyordu. Aynı genç kız yine yanındaydı ama bu kez iki yüksek tekerlekli beşiğin başında durmuş bebeklere agucuk yapıyordu. Bebekler.
Annabeth kollarını uzattı. Ağzını açtığında sesi yine hafif boğuktu ama ne söylediğini anladı. "Onları tutabilir miyim?" "Uyanmışsınız! Bebeklerinizi görmelisiniz, çok tatlılar! Neyse, buyurun." Bebeklerden birini dikkatlice beşiğinden kaldırdı ve annesinin kollarına verdi. Ben onların annesiyim. Annabeth kalbinin titrediğini hissetti.
Kucağındaki bebek çok güzeldi, sapsarı saçları, deniz yeşili gözleri vardı. Tıpkı Percy'ninkiler gibi, diye düşündü Annabeth hüzünle. Ardından başını iki yana salladı. Hayır, bu mükemmel günü mahvedemezdi. Eğer mükemmel olsaydı Percy'de burada olurdu. Kes sesini, dedi iç sesine. Ama gözlerine bakınca bir farklılık gördü. Tam olarak denize benzemiyorlardı, sanki... içlerinde şimşekler çakıyor gibiydi. Yumuşak hatları ve saçlarıyla ona benziyordu küçük Bartholomew. Oğlunun gözleri... Annabeth kendini onlara bakmaktan alamıyordu. Kıpırdayamadığını hissetti, bu bebeği gözlerini kapatıncaya kadar sürdü.
Oğlunu hemşireye verdi ve kızını aldı. Katarina'nın kuzguni saçları ve gri gözleri vardı ama gözlerinde hiç şimşek yoktu. Onun yerine dalgalar oynuyor, kasırgaya benziyorlardı gözleri, aynı Percy çok öfkelendiğinde olduğu gibi. Korkunç bir düşmana dönüşürdü. Kızları kesinlikle ona çekmişti bu konuda. Kızının gözleri de Annabeth'i dondurmuştu.
Percy'i düşünmek ona acı getirdi ama bundan kurtulamayacağını biliyordu. Çocukları ona sonsuza dek babalarını hatırlatacak ve tıpkı onun gibi babasız büyüyeceklerdi. Bundan suçluluk duyuyordu ama Percy'nin varlığı hepsini tehlikeye sokardı. Ayrıca Percy bebekleri istemeyebilirdi. Annabeth onun kafasına koyduğunu yapacağını biliyordu. Buna kendisini bulmanın da dahil olmadığını umdu.
İki gün sonra hastaneden taburcu oldu. Doktorlardan birinin oğlu bebeklerinin eve kadar taşımayı teklif etti ve beraber yola çıktılar. Vardıklarında Rose panikle dışarı çıkıp onları karşıladı. "Annabeth! Senden hiç haber alamadım. Ama iyi görünüyorsun. Hadi içeride konuşalım." Rose bebekleri arkada garip garip dikilen oğlandan alıp teşekkür etti ve Annabeth'in peşinden içeri girdi.
"Eee? Meraktan çatlayacağım şimdi. Ne oldu, neden bu kadar uzun sürdü?" Annabeth sırtını koltuğa yaslayıp rahatlamaya çalıştı.
"Şöyle ki... Hastaneye ulaştığımızı hatırlamıyorum. Ölmek üzereydim." Bunun Hera denen o inek kraliçesinin zamanında ettiği bir başka lanet olup olmadığını merak etti ama melezlerin genelde çocuğu olmazdı. Hera Annabeth'in bebek taşıdığını bilemezdi değil mi? "Her neyse, sezaryenle bebekleri çıkardılar. Gözümü açınca da iki gün hastanede yatmak zorunda kaldım. Nasıl görünüyorlar?"
"Çok tatlılar! Ama kızın saçları babasından besbelli. Siyah saç geni baskındır. Eskiden biyoloji öğretmeniydim." "Sahiden mi?" "Tabii ki, genler anne ve babanın birleşimiyle oluşur. Mesela sarı saç geni çekinik olduğundan ikisinden de sadece sarı geçmesi gerekir. Anlaşılan babaları melez siyah saçlıymış. Çocukların saçları bunu gösteriyor." "Çok ilginçmiş." "Öyledir kızım. Hatta anladığım kadarıyla gözleri de yeşilmiş. Oğlanın gözleri de öyle. Adları ne?" "Bartholomew ve Katarina," diye cevpladı Annabeth. "Onlara kısaca Bart ve Kath diyebiliriz. İsimleri güzel ama uzun," dedi Rose.
"Öyle." Annabeth doya doya bebeklerine baktı. Percy'nin de burada olmasını dilerdi ama Kaliforniya'dayken Ginger'in anlattıklarını hatırladı. Percy bebekleri istemeyebilirdi ve Antik Yunan ve Roma kanunlarına göre, babanın doğumdan sonra kendisine gösterilen çocuğu kabul etmesi gerekirdi. Aksi takdirde bebek sahipsiz olurdu. Annabeth çocuklarını riske atamazdı. Asla ve hiçbir koşulda.
Yerin binlerce metre altındaki karanlık ve buz gibi bir odaya bir empousa girdi ve büyük bir tahtta oturan adamın önünde diz çöktü. "Efendimiz," dedi empousa başını kaldırmadan. "Planımız başarıya ulaştı. Tanrıları devirmek için en fazla on- on iki yıl bekleyeceğiz. O zamana kadar hazır hale gelecekler. Biz de bu süreyi elimizden geldiğince iyi kullanacağız. Yeni silahlarımızın... oluşmasındaki tüm ekibe ücret olarak yiyebilecekleri ölümlüler bahşettim, polis kılığına girenler yani. Barmen bendim ve bir kadın kılığına girip ne yaptıklarını öğrendiğinde o tiksinç melezle konuştum. Onu uzaklaşmaya ikna ettim. Artık Jackson yanında değilken amacımıza ulaşmamız çok daha kolay olacak. Ayrıca Jackson'un da onu aradığını unutmayalım. Bir taşla iki kuş vurduk efendimiz." Empousa gözlerini kaldırmadı.
Adam buz gibi bir kahkaha attı. " Tanrılar melezleri hep küçük görmüş ve aralarına kabul etmemişlerdir. Ama çocukları onlar benziyor. Kibirli. Düşüncesiz. Bu, hepsinin sonu olacak ve ben dirileceğim. Ben en eski varlıklardan biriyim. Benden kurtulamayacaklar, bu sefer değil. Bu, senin intikam alma şansın küçük canavar. Sakın Luke Castellan'la olduğu gibi bunda da bşarısız olayım deme."
Ses bir tutam duman gibi kayboluvermişti. Empousa başını kaldırmamıştı ama efendisinin çoktan gittiğine emindi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Percy Jackson- Tartarus'un Yükselişi
FantasyPercy kendisiyle ilgili yeni şeyler keşfediyor. Gerçekte kim olduğunu, sevgilisinin neden kaçtığını, yerin kat kat altında gün yüzüne çıkmaya hazırlanan tehlikeyi... Peki kargaşa sona erdiğinde ne olacak? Olimpos kurtulacak mı? Annabeth'in herkeste...