Bölüm 9-Percy

346 23 4
                                    

 Percy gözlerini açtı. Ne zamandır uyuyordu? Buradan çıkmalıydı, tabii, çıkabilirse... Sonra aklına geldi. Gece’nin, ya da büyük büyükannesinin Malikanesi’nden geçebilecek miydi? Nyx geçen karşılaşmalarından pek memnun kalmamıştı. Belki çok sevdiği dehşet verici kızının torunu olduğunu söylerse fikri değişirdi? Ya da onu basitçe büyük büyük büyükbabası Kaos’un boşluğuna yollar ve hiçlik olana dek parçalanışını izlerdi. Yani... Nyx Kaos’un hem kızı hem de çocuklarının annesiydi. Yani Akhlys’in annesi aynı zamanda kız kardeşi miydi? Ya da babası aynı zamanda dedesi? Percy acı tanrıçasına acımaya başlamıştı gerçekten. Bir dakika, eğer Nyx Gaia’nın kardeşiyse, babası da Gaia’nın torunuysa, Percy de... offf. Bu lanet aile ağacı Percy’nin beynini patlatmaya tek başına yeterdi.

 Hermes sunağına gelen taze yiyeceklerin kalanını -nedense- oradaki bir masa örtüsüne sarıp kaldırdı ve dışarıya çıkıp Phlegethon’u takip ederek yürümeye koyuldu. Endişeleri tavan yapmış durumdaydı çünkü canavarlar kokusunu alamıyor olabilirdi ama bu onu göremeyecekleri anlamına gelmezdi. Bir dakika, eğer Percy Hekate’nin torunuysa belki de büyü falan yapıp kendisini gizleyebilirdi? Belki de Tartarus’un bahsettiği en büyük gücü de buydu ama sıkıntı şuydu: kendisine büyü yapmayı öğretecek kimse yoktu. Gerçi, Ölümün Kapıları’ndan ilk çıktığında bilincin eşiğindeyken Hekate’nin Hazel’in Sis’i kullanmayı kendi kendine öğrendiğiyle ilgili bir şeyler duymuştu. Hekate. Acaba sevgili büyükannesi onun torunu olduğunu biliyor muydu? Ya da Percy’i görmezden mi gelmişti? Percy bu cesaret kırıcı düşünceleri başını sallayarak dağıtmaya çalıştı. Hazel öğrendiyse kendi de yapabilirdi.

 Yürürken büyülü örtüyü yönetmeyi denedi, daha önceki başarısızlıklarını da yok saydı. Percy o zamanlar, kendisinin Sis’i kontrol edemeyeceğini düşünmüş ve bunun üzerinde fazla çaba sarf etmemişti. Ama bütün bu olaylar başlamadan önce Kokarca Gabe’e kapı çarptığını hatırladı. Daha sonra Montauk’a gitmiş ve bunları bir daha hiç düşünmemişti. Kendi kendine kızarak karanlığa doğru ilerlerken aklı başka yöne kaydı. Acaba Damasen orada, bataklığında mıydı? Ya da Bob? Arkadaşları tekrar oluşmuşlar mıydı? Yoksa tıpkı Hades’in cüppesindeki ölü ruhlar gibi onlar da kalıcı olarak Tartarus’un zırhına mı karışmışlardı?

 Kafasında bütün bu sorularla yürürken ayaklarının sanki hafifçe çamurlandığını fark etti. Damasen’in bataklığı, diye düşündü. Acaba gigantın her gün öldürmekle lanetlendiği Maeonia Drakon buralarda mıydı? Tam arkasından bir hışırtı duyunca dönüp baktı. En son bu sesi duyduğunda...  Hayır. Lanetler olmasın. Ama talihi ancak bu kadar yaver gitmişti. Kılıcını çekti.

 Tıslayan, ağzını açmadığı halde sesi arkaplan fonu gibi yankılanan ilk yaşlı nine yarasa kanatlarını çırparak önüne indi. Onu onlarcası takip etti. Percy etrafına baktı. Her yanı sarılmıştı.

 Merhaba Perseus Jackson. Arai tısladı ve birbirlerine hevesle baktı. Görüşmeyeli... uzun zaman oldu. Ama hiç endişelenme. O zamandan beri biriken lanetlerin var ki, o zaman da bir kısmını paylaşmamıştık zaten! “ Aman, hiç zahmet etmeyin!” Percy zoraki gülümsedi. “O kadar da korkutmuyorum sizi, değil mi?” kılıcını indirdi ve yere dik bir şekilde tutup kendine biraz dinlenme süresi tanıdı. Bir plan oluşturmaya çalıştı, kılıcıyla savaşmak ona güç kaybettirecekti ama başka nasıl savaşacaktı? Arainin başka türlü onu bırakmayacağını biliyordu. Tabii...

 “Çok üzgün olmalısınız çünkü dışarıdaki güzel dünyada neler olup bittiğini bilmiyorsunuz,” dedi. Annabeth’in empousaları kandırma biçimi aklına gelince kalbi acımaya başladı. “ Ne yani, tek lanetlenen kişi ben miyim?” konuşurken etrafında oluşan beyaz sise baktı. Oluyor! Percy neredeyse sıçrayıp oynamaya başlayacaktı. Yani, Sis’i yönetiyordu! Kesinlikle kutlamaya değerdi. Şunlardan kurtulmaya bak, dedi kendi kendine. Sonra istediğin kadar parti yaparsın. Sis iğrenç nine sürüsünün etrafını çevrelerken konuşarak dikkatlerini üzerinde tutmaya devam etti. “Tartarus’un uyanma hazırlığı yaptığını biliyorum,” Sis’in yoğunlaşmasına odaklanırken planını açığa çıkarmamaya gayret etti. “Peki sizin rolünüz ne olacak? Tartarus sizin Olimpos’a saldırmanıza izin verecek mi yani? Ya herhangi birini lanetlemenize?” Aptal melez, iblislerin sesi yankılandı. Bizler Gece Ana’nın çocuklarıyız! O senin kendilerini çok güçlü sanan tanrıların bizim gazabımıza karşı koyamayacaklar! Onlara ne kadar lanet yollandı biliyor musun? Seninki herhangi bir melezden fazla olabilir ama onlarınkinin yanında devede kulak kalır! Arai kanatlarını çırparak yükseldi. “İstemem, kalsın. Eee... düşündüm de, lanetler sizde kalsa olmaz mı? Taşımaktan memnun görünüyorsunuz da.” Oluyor, diye düşündü. Sis, iblis sürüsünün etrafını çevreliyor, onları kapana kıstırıyordu. Percy’nin her birini kandırmaya ihtiyacı vardı. “Ben böyle iyiyim, siz de. Bir anlaşma yapalım, ben size dokunmayayım, siz de bana, hepimiz yolumuza gidelim ve birbirimizi gördüğümüzü unutalım! Hepimizin mutlu olacağı bir anlaşma!” Percy’nin büyüsü araileri ele geçirmişti. Percy onlara gülümsedi. “Tamam, hadi veda edelim! Hoşçakalın!” Sis’i kullanıp dairenin dışına çıkmayı diledi, ardından lanetlerin kendisi yerine yaptığı kopyasına saldırışını izledi. Tabii gerçek bedenini dışarıda gizlemeyi de unutmamıştı ama o tarafa bakacak olurlarsa onu görüp göremeyeceklerini bilmiyordu. Öğrenmek için durmak yerine koşmaya başladı. Gücünün sınırlarını daha zayıf düşmanlarla keşfedebilirdi.

 Damasen’in çadırına ulaştığında nefes nefese durdu. Acaba arkadaşı orada mıydı? İçeri girdi. Kimse yoktu ve bu suçluluk duygusunu yenilemişti. Bizi korurken öldüler, diye düşündü. Biz. Annabeth. Başını salladı ve bulduğu büyükçe bir sırt çantasına bir testi, birkaç giysi ve getirdiği yiyecekleri koydu, üzerini de değiştirdi. Aynı zamanda orada gördüğü, Damasen’in Annabeth’e verdiği türden bir kılıç ona kız- hayır, o Percy’i terk etmişti- çocuğunun annesini hatırlatmıştı. Yine de ikinci bir silahının olması iyi olurdu. Kılıcı kemerine taktı. Ardından tekrar yola koyuldu.

 Karanlığın iyice koyulaştığı yere vardığında durdu. Burası Akhlys’in onu getirdiği yerdi. Etrafına baktığında, tanrıçayı göremeyince tereddüt etti. Pekala, işini zorlaştırmaya niyeti yoktu. Gece’nin Malikanesi’ne atlayabilir ve Tartarus’un kalbine ulaşabilirdi. Onlarca metre aşağıdaki kapılara baktı. “Merhaba, Perseus Jackson. Bir kez daha benimle savaşmaya mı geldin?” “Akhlys,” Percy etrafında dönerek acı tanrıçasına baktı. “Beni rahat bırak, ben de seni rahat bırakayım.” “Senin gerçekten elini kolunu sallayarak annemin krallığından geçmene izin vereceğimi mi sandın? Geçen sefer yaptıklarını unutmadım ama bu sefer hazırlıklıyım.” Tanrıça ellerini kaldırdı ve Percy’nin ayaklarının etrafından zehirli bitkiler fışkırarak onun etrafında yükseldi, çok geçmeden Percy’i sıkıca bağlamaya başladı. “Beni bırak!” diye bağırdı Percy, bir yandan da Dalgakıran’ı almaya çalışıyordu ama aniden dengesini kaybederek arkasında biten kolçaklı bir sandalyeye düştü. Sarmaşıklar daha da hızlandı, kollarını ve bacaklarını sandalyeye bağlıyorlardı. “Ne oldu, Poseidon’un oğlu? Geçen karşılaşmamızda kendi zehrimi bana karşı çevirdin. Bu defa ortada bir sıvı yok. Yenilgiyi kabullen.” Percy’nin yanına geldi ve artık omuzlarına kadar sandalyeye bağlı olan melezi süzdü ve eliyle çenesini okşayarak Percy’nin öfkeyle hırıldamasına neden oldu. “Üzülme. Kimse ölümünden haberdar olmayacak. Tartarus’ta ölürsen ne olur biliyor musun? Ruhun asla Yeraltı Dünyası’na ulaşmaz.” “Peki o zaman...” “Sana söylemesem daha iyi olur melez. Ne de olsa çok yakın bir gelecekte kendin öğreneceksin.” Elini çekti. Sarmaşıklar artık Percy’nin boğazına dolanıyor, onu boğuyordu. Percy başının döndüğünü hissetti. Boğulur gibi sesler çıkarmaya başladı. Gibi mi? Zaten boğuluyorum! Ne yapabilirdi? Gerçi fazla zamanı kalmamıştı. Gözlerinin önünden bir film gibi pişmanlıkları geçti. Yitirdiği arkadaşları. Yakınlaşamadığı babası. Kaybolan sevgilisi. Asla göremeyeceği çocuğu. Başını kaldırıp önüne bakmaya çalıştı. Acı tanrıçası, önünde en büyük korkusuyla yüzleşen kurbanına gülümseyerek bakıyordu. Zaferle kalkan burnu akıyordu. Burnu akıyor.

 Percy odaklandı. Ölmek üzereydi ama elinden geleni yaptı. Tanrıçanın kan akışını hissediyordu. Bunu durdurmaya çalıştı.

 Akhlys boğulur gibi oldu, nefes alamıyor, dizleri bükülüyordu. Percy artık başının arka tarafını sarmış olan sarmaşıkların yavaşladığını fark etti. Boğulduğunu hissediyordu ama gücünün son damlasıyla tanrıçayı öldürmeye odaklandı. Gözleri karardı.

 Bir anda, sarmaşıklar kayboldu ve ciğerlerine zehirli ama hevesle karşıladıkları hava doldu. Percy sandalyede arkaya yığıldı ve nefes alışverişini düzene sokmaya çalıştı. Önünde Akhlys kıvranıyor, yavaş yavaş altın tozuna dönüşüyordu. Sonunda tanrıça tamamen silindi ve onu tek başına bırakarak kendi babasının hiçliğine karıştı.

 Percy gözlerinden yaşlar dökülürken dizlerinin üzerine çöktü. Bunu ben yaptım. Sadece bir canavarın yapabileceği birşeyi. Peki Annabeth. Neden beni terk etti? Ya bebeğimiz? Neden beni bir canavar olarak gördü? Onları görebilecek miyim? Annem ve babam? Arkadaşlarım? Hıçkırmaya başladı, omuzları sarsılıyordu. Yüzünü avuçlarına gömdü. Tartarus haklıydı. Annabeth beni bir canavar olarak gördü. Ben buyum, bir canavar. Yok olmayı hak ediyorum. Percy sürünerek Gece’nin Kaos’un boşluğuyla birleştiği yere ilerledi. Aşağıda karanlığın içinde renkler parlayıp sönüyor, ebedi yok oluşun haberini getiriyordu.

 “Beni affedin.” Kimsenin onun yanında olmadığını biliyordu ama devam etti. “Sizi seviyorum. Beni... unutmayın, olur mu? Belki de sizin kalbinizde yaşarım.” Güldü. Ölümlülerin ölen bir devlet büyüğünün kalplerinde yaşadığını söylediklerini duymuştu. Acaba hiçlik nasıl bir şeydi? Düşünceleri olacak mıydı? Yoksa asla uyanmayacağı bir uyku gibi mi olacaktı? Eh, öğrenmek üzereydi.

 Ayağa kalktı ve arkasına döndü. Hiçliğe karışırken sonuyla yüzleşebilecek kadar cesur değildi. Ben buyum. Bir korkak. Bir kahraman değil.

 Kendini aşağıya, Kaos’un boşluğuna bıraktı.

Percy Jackson- Tartarus'un YükselişiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin