Şiddetli bir yağmur Seoul'ü sarıp sarmalarken, ortamda oluşan toprak kokusu da aynı şekilde burnumda bir hakimiyet kurmuştu. Bulunduğum ortama olan yabancılık hissim her geçen saniye kat be kat artıyordu, Jisoo'nun ısrarlarına katlanamayıp bir anda kendimi bu partide bulmuştum ve açık konuşmak gerekirse birkaç saatliğine burada duracak ve mekanın dolu gözükmesini sağlayacak kiralık müşteri gibi hissediyorum.Ortamı kabaca anlatmak gerekirse, kafamızın dibinde koca bir disko topu olmaması elbette diğer partilerden daha güzel yapıyordu bu mekanı. Bulunduğumuz yer normal, büyük bir ev gibiydi ama tam ev değildi işte. Tam ortada kocaman bir bar ve daire şeklindeki barın etrafına dizilmiş uzun sandalyeler vardı. Ortam cidden büyük olduğu için havasız da değildi ve hemen sağımızda bahçeye açılan bir kapı vardı. Sigara içmek isteyenler o kapıdan çıkıyor, yağmur olmasına rağmen dallarını sonuna kadar bitirmeden buraya geri gelmiyorlardı.
"Ne içmek istiyorsun? Kola getireyim mi?"
Kafamı iki yana salladım. "Mateus, rosé getirebilir misin? Bugün içmek istiyorum." Amacım aslında doğrudan içmek değildi, sadece nasıl hissettiğimi unutmak istiyordum bir süre. İçimi sarıp sarmalayan boşluk hissi kötü huylu bir tümör misali yayılıyordu bedenimde ve ben bu berbat histen bir an evvel sıyrılmak istiyordum. Sanki susuyordum ancak ihtiyacım olan şey su değildi.
Usulca kafasını salladı ve beni oturduğumuz yerde Taehyung ve Yugyeom ile yalnız bırakıp masamıza yakın olan bar bölümüne doğru gitmeye başladı.
Hayatımda ilk defa. İlk defa böylesine yalnız hissediyordum sanırım, yanımda fiilen bir sürü kişi olmasına rağmen ruhum dalgasız bir deniz kadar durgundu. Kaktüs gibiydim, herkes beni en baş köşesine koyuyor, suluyor, gülümsüyorlardı ama iş dokunmaya gelince santimlik öteme bile yaklaşmıyorlardı.
Çoğu şeye anlam veremiyordum ama benim için gündemin baş köşesine oturan tek soru Jungkook'un neden böyle davrandığıydı. Aslında en başından beri tek istediğim buydu, onun başımdan ayrılması ve benden uzak durması onu rüyamda görüp karşıma çıktığından beri tek dileğimdi ama bu bunu biliyormuş gibi dibimden hiç ayrılmayıp bir ay boyunca kuyruğum gibi gezmişti ve şimdi aniden yarattığı boşluk doldurulamaz gibiydi.
Ona sormak, onunla konuşmak istiyordum ancak kalbim her ne kadar bundan yanaysa beynim de bir o kadar karşıydı bu fikre. Şu an rahata erip 'Sonunda kurtuldum' demem gerekirken bu karın ağrısına cidden anlam veremiyordum.
"İçtiğin pek ağır değil ama yine de yavaş iç, çarpmasın." Şeffaf pembe sıvı ince bir kadehte önüme gelirken söylenilenleri onaylayarak bir yudum aldım, devamını getirmek istiyordum ama cidden hiçbir şey için hevesim yoktu.
Bu his benim için cidden yeni değildi çünkü kendimi tanıyordum. Ben buydum. Duygusuz, ruhsuz, mutsuz. Sekizinci sınıfta kabul etmiştim ben bunu ve hiçbir şekilde canımı yakmamıştı şimdiye kadar, ancak şimdi hissettiğim duyguya bir isim koyabilmek yeni bir icat yapmak gibiydi sanki.
"Hazır ol, Chae Young." Yugyeom kolumu dürtüp başıyla hemen çaprazımızdaki masayı gösterdi. "O masayı iki dakikada buraya taşımazsam, kulağımı çek." Masada altı kişi vardı, üç erkek üç kız olarak.
"Amacın kızlara yürümekse üçlü date gibi duruyor. Kulağını çekmem diğer sonuçtan daha hayırlı olabilir." Ona doğru yaklaşıp konuştuğumda gözlerini devirdi ve saçlarını karıştırdı. "Kimse tek geceliğe hayır demez."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
a century of loneliness
Fanfictionpark chae young, bir gece ansızın rüyasında karşılaştığı adamın uzun zamandır aradığı mutluluğun yegane kaynağı olacağını bilmiyordu. [Jeon Jungkook x Rosé] ©2020 6 Aralık, 💔