""
"Uyumadan evvel yaptığımız onca hazırlık.
Uyku için, yarı ölüm hâli. Ettiğimiz dûalar dışında aldığımız abdest belki, üzerimizi değiştirmemiz, ihtiyaçlarımızı gidermemiz. Uykudan evvel, uykuya hazırlanmak için. Dünya da böyle olmalıydı mü'minin sinesinde. Bir hazırlık, toparlanma evresi.
Ama bitiş değil, göz yumma hiç değil.
Açılış, yürek genişlemesi, beden libasından sıyrılma evresi.
Dünya bir son değil diyorduk değil mi hepimiz? Buna iman da ediyorduk hatta. Peki imanımız gerçekten sahi miydi?
Namazı bir iş için feda ederken, orucu bir sınav için, farzları çoğu dünyalık için. Gerçekten ölüme iman etmiş miydik, yeniden dirilmeye?
Böyle mi olurdu sahiden iman etseydik. Bir kuşun kanadına zarar verince ağlayan insanlar varken, bizim kırıp paramparça ettiğimiz tonlarca kalp olur muydu?
Olmazdı, olmamalıydı. Âhiret deyip susan onca sineye inat bizim dünya diye ağlamalarımız olmazdı belki. Eğer anlasaydık ki bu dünya sadece oyun ve oyalanmadan ibarettir, onu bile Allah için severdik.
Dedim ya yapamadık. Bir dünya vardı elimizde, onu bile yüzümüze gözümüze bulaştırdık."Defteri kapatıp derin bir nefes aldığımda, kalemin mürekkebi ellerime bulaşmıştı. Siyah mürekkep... Yazarken mürekkebin değil de kanımın aktığını hissediyordum bazen. Kalemi hokkaya değil de yüreğime batırıyor, kanımla yazıyordum. Nefsime, bilhassa nefsime yazıyordum bir de. İflah olmayan, beni her daim günaha koşturan nefsime.
En çok kendimin ihtiyacı olduğunu yalnız kaldığımda anlıyordum. İçimde hiç susmayan, benimle sürekli savaş hâlinde olan o sesi duyuyordum.
Bazen bir yetime el uzattığımda, bazen teheccüd vakti, bazen sabah namazından sonra yaptıklarım okumalarda. O hiç susmayan sesi en derinden hissediyordum, hissem varsa.
Yoksa iç sesim deyip uyuyordum ona. Nefsim ile iç sesimi anlayamayacak kadar körelmişti duyularım.
Duyu denince sadece madde anlamayın sakın. İçimizde, vücudumuzda manevi duyu organlarımız da vardı. Latifelerimiz, şu dünyanın kirini pasını yığdığımız yegane yer. Gülistan olması gerekirken çöplüğe çevirdiğimiz.Bedenimize özendiğimiz kadar onlara da özensek, gözümüzden yaş düşerdi belki. Belki kalbimiz titrerdi, aldığımız nefes boğazımıza batmazdı. Böyle olmazdık, gönlümüzün gördüğüne sevdalanırdık. Oysa biz gözlerimizle bakıp yargılamaya çalışmaktan gönül gözünü unutmuş insanlardık. Madde içinde boğulmuş, aldıkça daha fazla alarak kendini bu dünyaya doyurmaya çalışan insanlar.
Doymayacağız, bunu bilmemize rağmen daha çok dolduruyoruz sepetlerimizi. Doymayacağız, nefsimiz hiçbir zaman doymayacak. Hep daha fazlası, hep daha pahalısı... Bitmeyecek bu dünya aşkı bizde, bari dizginlesek. Onu, onu başarabiliriz değil mi? Zihnimizi, yüreğimizi, evimizi veya eşyalarımızı çöplüğe dönmekten kurtarabiliriz. Yaparız değil mi? Allah'ın izniyle yaparız.
Nefsimize çektiğimiz her set bir basamak olur, tırmanmaya doyamayız. Biz bıraktıkça, o da bizden umudu kesmez belki ama yorulur. Biz daha çok yoruluruz, bıkarız belki ama yüzümüzde yorgun bir tebessüm peyda olur. Başaranlardan olabiliriz değil mi?
"Ah benim gönlü gam yuvası olan kardeşim, ne düşünüyorsun acaba böyle içli içli?" yanımdaki sandalyeye otururken bana yönelttiği soruyla defterimi daha çok sarmaladım. İçime içime akan binler cümleden birini kağıda yazdım:
"Bir gün bizde bu dünyadan geçen bir garip veya yolcu gibi olur muyuz Hamza?"
Kağıda baktı, baktı. Dolan gözlerinden onun da aklına gelenleri sezebiliyordum. Dünyaya her gün sarmalanan bedenlerimiz, kurtuluş yakası gördüğü bir cümlede bile huzura kavuşuyordu. Bu yaşında çöken omuzlarından, beyazı olan saçından anlıyordum onu ben. Bedeninde değildi aslında acı, ruhundaydı. Bir dava, bir dert ve bir teselli. İçine sığdıramadığı o ruhu bedenine de yansıyordu. Titreyen sesiyle:
ŞİMDİ OKUDUĞUN
MÜLZEM (Tamamlandı)
EspiritualSizin hiç kanatlarınızı kırıp ellerinize verdiler mi? Yoldular mı tüylerinizi acımasızca. Yüzünüze canınızın acısını umursamadan soğuk soğuk güldüler mi? Sizin, sizin hiç üşümedi mi kalbiniz? Benim üşüdü, annem yerine toprağa dokunduğum gün üşüdü iç...