""
Yüzüm yerde, gözlerim iki çift hareket eden ayakkabıya takılmış, zihnim bambaşka bir âlemin içinde yürüyordum.
Geç olmuştu, Dildâr beni merak etmiş olsa da yapmam gereken bir iş olduğu için eve gitmemiştim.
Mesaj atmıştım ona, merak etme diye.
Bazen bu mesajın ne kadar lüzumsuz olduğunu düşünsem de başka bir şey gelmemişti içimden.
Merak etme demek, kolay mıydı sahi merak etmemek? İçin öyle çok kemirirken seni, bir kelimenin tatminini beklemek ne kadar doğruydu?Edecekti, biliyordum. Allah'a emanet edecekti ilk önce ama merak da edecekti. Bebeğimizin cinsiyetini öğrendiğimiz için hediye almak istemiştim. Minik mavi patik ayakkabılar. Bunlar her yerde bulunmuyordu ki, görünce alasım gelmişti.
Ondan önce sokakta gezinen hayvanlar için bazı korunaklı yerlere mamalar koymuş, annemi ziyaret etmiştim. Dildâr'la annemin yanına gidince ağlamak içimden gelmiyordu, o çok üzülüyordu çünkü. Ben de yalnız başıma gidince daha iyi oluyordum yanında.
Hem annem oğlumuz olacağını da öğrenmişti bugün. Cennette yanımızda olacak bir de oğlan çocuğu. Anneannesine koşup sarılan, hasret giderdikleri. Düşününce bile içim sıcacık oluyordu.
Bu dünyanın hayalini kurunca içim kanıyordu sanki. Bitecek olan bir şey için hayaller kurmak ruhumu ağrıtıyordu en sonunda. Kağıttan bir gemi gibiydi ömrüm, öyle çelimsiz ve yorgun. Her an düşebileceğini bilerek yaşamaya çalışıyordum.
Her an bitecek gibi, yitecek gibi. Bu bedenden kurtulup ruhumu özgürlüğüne kavuşturacak gibi.Ölümden korkumdan değildi bu telaşım. Günahlarım beni korkutuyordu, arkamdan insanların yanlış bir şeyler yapacak olabilme ihtimali korkutuyordu. Ben ölmeyecektim, bitmeyecekti ki hiç.
Ben ölümsüzdüm, esaretten kurtulup yuvama göçecektim.Peygamberimin yanına, sahabelerin yanına, tanıdığım tanımadığım tüm kardeşlerimin yanına. Öyle çoktu ki istek ve arzularımız, onların bu dünyaya sığamayacağını anlamıştım.
"Hem hadsiz emellerin, elemlerin varsa, nihayetsiz bir sevap ve hadsiz bir rahmet seni bekliyor. Hem hadsiz arzuların, maksadın varsa, onları düşünüp muzdarip olma. Onlar bu dünyaya sığışmaz. Onların yeri başka duyarlardır ve onları veren de başkadır."
(İman ve Küfür Muvazeneleri- Otuz ikinci söz)
Bu satırları düşünüp düşünüp kendime hatırlatma yapıyordum. Bu âleme ait değildik. Yolcuyduk. Yolcu, üzerinde gitti yerlerde söz sahibi olmak yerine o yolların kurallarına uyup başına kaza bela gelmeden ulaşacağı rotaya varmak isterdi. İnsan da böyle olması gerekirken, her durduğu hatta geçtiği yerde hak iddia etmesi maddi manevi kazalar geçirmesine sebep oluyordu.
Bu bedende, dünya gibi emanetti bizlere. Emanete hıyanet etmek, yakışık almazdı. Emanetine hıyanet eden binlerce insan için dûa ediyordum, kalpleri mühürlenmemiş olanlar için.
Bizlere verilen koca bir ömür. Ayaklarımızın altına serilen onlarca nimet. Bir çiçeğin binbir türü, ağacın binbir yaprağı tek tek özenerek.
Kimin için?
Neden her şeyi sahiplendiğimiz gibi bu davayı da sahiplenemiyoruz?
Şu benim, bu benim demekten birhâl olmuşken, neden içten içe bu dava benim diyemiyoruz?
Kafamın içinde dolaşan düşünceler ile sessiz sessiz yürürken havanın zifiri karanlık olmasına çok az kaldığını fark ettim.Etrafta kimse yoktu. Sadece ayakkabımın yerde çıkardığı hafif tok ses, yavaş yavaş soluduğum hava, birkaç kedi ve köpek sesi.
Bomboştu.
Sessiz sakin bir sokakta yürümeyeli öyle çok olmuştu ki şuan bu durumu garipsiyordum.
Adımlarımı daha da hızlandırdım. Ne olursa olsun evde beni bekleyen bir eşim vardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
MÜLZEM (Tamamlandı)
SpiritualSizin hiç kanatlarınızı kırıp ellerinize verdiler mi? Yoldular mı tüylerinizi acımasızca. Yüzünüze canınızın acısını umursamadan soğuk soğuk güldüler mi? Sizin, sizin hiç üşümedi mi kalbiniz? Benim üşüdü, annem yerine toprağa dokunduğum gün üşüdü iç...