13. Bölüm

282 22 23
                                    

3 yıl sonra

"Nerede kaldı benim içeceğim!" Diyerek masayı iten adama daha bir kaç dakika önce sipariş etmiş olduğu bardağı bıraktığımda o yayık ağzı ve iğrenç sırıtışıyla karşılık vermişti. Burada dura dura insanları duymamaya alışmıştım. Konuşuyorlardı, bakıyorlardı ve bazen ileri bile gidebiliyorlardı ama hissizleşmiştim. Bir rolü oynarken artık bir yaşam amacım yokken sadece akışa uyuyordum.

Zaman değiştiği gibi insanların bakışları, konuşmaları, davranışları da değişmişti. Çevremdeki herkes gibi ben de değişmiştim. Artık bir sahneye çıkarılmış kukladan farksızdım. Arkamızda seri numaramız, her an öldürülebilecek olma korkumuz ile yaşıyorduk. Yaşamıyorduk daha doğrusu, alışıyorduk.

Karin her ne kadar beni seri numarası alan ve güçleri engellenen kişilerden ayırsa bile yine de hiçbir şey kullanamıyorum. Orochimaru'nun bile alındığı baskınla onlardan da kopmuştum, tamamen yalnız kalmıştım. Her zamanki gibi.

Herkesin kamplara alındığını, savaşı görmüş tüm shinobilerin ise hala hapiste tutulduğunu çevrenin dedikodularından öğrenmiştim. Konahalıları acımadıkları da bu dedikodular arasındaydı. Ben, o kamplardan sanki müttefikmiş gibi erken çıkanlardandım. Ama hiç girmemiştim bile, orayı tahayyül edemiyordu zihnim.

"Yine sana mı sardı?" Diyen ve benden yaşça büyük olan Yuki-san'a çevirdim bakışlarımı. "Sorun değil." Diye mırıldansam da o "Yaşlı moruk!" Diye bağırarak her zamanki kavgalarına giriş yapmıştı. Köhne bir yerde üç beş kişi dışında kimsenin adımını atmadığı bir restoranı işletiyordu. Ben de acıdığı kızlardan biri olarak garsonluk yapıyordum.

Gece vakti çıktığımızda her zamanki sokak kirliği ve uğultusu beni karşılarken neden hala devam ettiğimi düşünüyordum. Her günüm bu şekildi. İki yıldır her günüm burada saklanarak, birilerine hizmet ederek geçiyordu. Nadir ve eskiden kıymetli bir soydan gelmem de, insanların sanki bu ayrıcalık nefretini bana kusma hakkı varmış algısını körüklüyordu.

Ana caddeye çıktığımda bir ekranda yansıyan o açık mavi gözleri görmemle yine yeniden o yabancılaşma hissini yaşamıştım. Sanki o iki heykelin üzerinde savaştığımız andaydık, hatta daha da eskisi o yer altından çıkmak isterkenki göz göze gelişimizdeydik. Ne olursa olsun geçmişimizdeydik, gibi hissediyordum.

Şu anda Boruto bu otokrasinin dış yüzüyken ben de shinobilerin kısıtlandığı haliydim. İki uç noktaydık, belki de ailelerin kaderi gerçekten çocuklarına geçerdi. İstemsizce parmaklarım, boynumdaki kolyeye dokunduğunda ise bunun kader olmadığını ve çabalamam gerektiğini düşünüyordum. O kolye bana nanadaimeyi ve onun çabalarını hatırlatıyordu ama ben yalnızdım. Güçsüz bir dünyada tek başımaydım. Bizden güçlerimizi çalıp hala daha esir kamplarında tutanların en önde geleni ise Borutoydu. Bunu her ne kadar tekrarlasam da, her gün ekranlarda onu görsem de, kalbimdeki sıkışmayı engelleyemiyordum.

Ekranda Boruto'nun görüntüsü gittiğinde yutkunup ben de yoluma devam ettim. Tek kişilik odamın olduğu ucuz kiralı apartmanıma gittim ve elimde artan yemeklerle tam kilitlenmeyen kapımdan içeriye girdim. Bitik vaziyetteydim.

Küçük odada tezgaha elimdeki poşeti koyduktan sonra yaktığım sarı ışıkla odayı aydınlattım. Arka cebimden çıkardığım ezilmiş sigara paketinden son kalan dalı dudaklarım arasına yerleştirirken küfretmek istiyordum. En azından bir paket almayı akıl etmeliydim.

Kibritle sigaramı yaktıktan sonra da binalara bakan Fransız balkonumun önündeki soyulmuş demir sandalyeye oturup içime çektiğim dumanı üfledim.

Çaprazımda duran defterde bu sürede gezdiğim kamp yerleri ve bulmaya çalıştığım kişiler duruyordu ama iki aydır onu da yapmıyordum. Tek kalmıştım. Benden güçlerim alınmamış olsa bile tek başıma bir hiçtim. Orochimaruyu bile bulup almışlardı ve ona ne olmuştu bilmiyordum. 

DevrimHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin