Ehehe bu sefer gecikmedim çok, dün sabahtan bu saate kadar kısa molalarla uzuun bir bölüm yazdım. Yorumlarınızı bekliyor ve keyifli okumalar diliyorum.
Kuşlar fırtınayı hisseder derler. Kargalar tarlaları, bülbüller yuvalarını terk eder evvelinde. Yıkıcı tayfunun habercisi olan meltemler ilk onların tüylerini okşar. Rüzgar ilk izini onlarda bırakır.
Aprikus'un mavi semalarını karartmış, ciyaklayan güvercinler gelecek fırtınanın bir habercisiydi lakin gören yoktu. Tan yavaş yavaş ağırırken seslerini kesip kimse görmeden terk ettiler sarayın tepesini. Birazdan çanlar önce usul usul sonra gürültüyle çalacak bütün saray için gün başlayacaktı. Ve bu benim nöbetimin bittiği manasına geliyordu.
Esnemekten kapanmayan ağzımı elimle gizleyip gün doğumuna çevirdim bakışlarımı. İki gündür uyku girmemişti gözüme. Dünkü nöbet sonrası istirahat vaktinde Luhan'ın yanına uğrayıp halletmemiz gereken mevzuları münakaşa etmiştik. Okçu birliğine girememiş olmamı büyük bir ayıp işlemişim gibi karşılamıştı. Ona göre beni sokacakları ilk yer orasıydı.
"Yemon sefere çıkıyor yakında, sen de böyle bekle sarayda." demişti ilk zehri ortaya salarak. Bunu biliyordum ancak bu kadar erken olmasını beklememiştim.
"O vakit hızlanacağız."
"Nasıl olacakmış o?" diyerek büktüğü dudakları söylediğim şeyle açık kalmıştı.
"Veliaht Prens." demiştim yaptığım araştırmalar sonucu edindiğim bilgilere dayanarak. "Veliaht Prens mevcut düzenden memnun değil. Üstelik kendi ordusu da var, ufuktaki baş kaldırmayı yalnızca ben görüyor olamam ha?"
"Seni pislik! Ne ara düşündün bunları?" Devamını açıklamama lüzum yoktu, anlamıştı.
Kılıcımla diz çöktüğüm, yüreğimle dillendirdiğim, damarlarımdaki kanla bütünleşen yeminimi bozmaya hiç mi hiç niyetim yoktu. Devranın dönme vakti gelmiş de geçiyordu.
Zaman hep bitmeyen saatlere gebe kalıp ölü dakikalar doğuruyordu. Sonra bir bakıyordunuz ki esiri oluvermişsiniz kayıp vaktin. Savaşlar olmuş, savaşlar bitmiş, kanlar dökülmüş, çocuklar büyümüş.
Ölmüşsünüz.
İşte bu yüzden benim bu boktan düzenin bir parçası olmak gibi bir maksadım yoktu. Ne vakit öldürmek haddimeydi ne de çalmak saniyeleri.
Çan sesini duymamla birlikte durduğum kapı önünden ayrılıp saraya doğru ilerledim. Nöbet değişimini yaptıktan sonra belki birkaç saat uyuyacak ve eyleme geçecektim.
Zemin kattaki askeri kışladan farksız, on yataklı odaya girip nöbetimin bittiğini bildirdim. Üç kişi odadan çıkarken benim arkamdan iki kişi daha girmişti içeri. Bedenimi yatağa attığım gibi uyuyakalmışım. Enseme çöken bir kabus uyandırdı beni. Dediğim gibi bir saat geçmişti yalnızca.
Ter içinde kalmış saçlarımı alnımdan çekip ayağa kalktım. Üzerimdeki şilte gömlek gövdeme yapışmış rahatsızlık veriyordu. Hanedan üyelerine görünüp huzurlarını kaçırmamamız için zeminin iki kat altına inşa edilmiş olan hamama indim. Sıcak sudan haz etmezdim pek. Vücudumun diri ve dinç kalması gerekiyordu daima. Bu yüzden suyun ısınmasını beklememe gerek kalmadan mermer taşın üzerindeki yeşil renkli sabunu alıp hızla soğuk sudan doldurdum tasa.
Beynim şimşek çakmış gibi ayılırken bedenim rahatlamıştı. Evet, benim çanım da işte şimdi çalıyordu. Fakat kılıcımın kınına sıkıştırdığım kağıdı yerine ulaştırmadan evvel halletmem gereken bir mevzu vardı.
Şüpheye yer bırakmak ve tehditlere boyun eğmekle yürümezdi bu iş. Öncesinde şu sarışın velet engelini tamamen kaldırmalıydım ortadan. Hayır, onu öldürmeyecektim elbette. Kendi topraklarımda bile değilken kan akıtmak her şeyi riske atardı. Ne kadar bu çakıllı yolda engel tanımasam da bazı noktalarda kendi kurallarımı yazmak zorundaydım. Ve işe bakın ki bu istisnalar hep o sarışındı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yes My Prince!
FanfictionGüzelliği dillere destan bir omega olan Prens Byun Baekhyun dört bir yana yapacağı yarışmanın haberini salar ve topraklarındaki tüm alfaları toplar. chanbaek&sekai Yetişkin içerik