20

744 88 95
                                    

Kafamızı dağıtalım biraz diye bölüm atayım dedim. Keyifli okumalar.

Noktis. Yıllar evvel verilmişti bu isim ülkeme. Gece demekti. Karanlığın doğurduğu diyar anlamına gelirdi Noktis. Güneşin bizi terk ettiği vakitlerde, bütün halkın sokağa döküldüğü, kimsenin etrafını göremediği, geceden farksız bir günün sabahında almıştı adını. Büyüklerimin anlattığı hikayelere göre çok canlar yitirmiştik o karanlıkta. Bu yüzdendir ki şu an önünde durduğum bayrak, siyah zemine işlenmiş kanayan çiçek motifiyle dalgalanıyordu.

Bir zafer elde etmiştik lakin bu zaferi taçlandırmak, her alanda başarı elde etmek gerekirdi. Ülkem ayağa kalkma yolunda henüz emekleme evresindeydi. Bu yüzden ilk adımımızı orduyla atmıştık. Bir grup subayı en yakın komşumuz olan Silva'ya göndermem gerekiyordu. Sınırlarımızı koruma antlaşmamız doğrultusunda tarafsız bir bölge oluşturacaktık. Aprikus'un yeni kralının da dostluğuyla güçlü ittifaklar edinmemiz zor olmayacak gibi görünüyordu.

Bayrağı teğet geçen bakışlarım avluyu dolduran birliğe döndü. Havanın açık olduğu bir bahar gününde artık bizim için de açan Güneş'in altında hizaya geçmiş bir şekilde emirlerimi bekliyorlardı. Elim belimdeki kılıcın sapını tutarken sesimi gürleştirdim.

"Talimatlar bu kadar asker!" diye seslendim görevli birliğe. "Unutmayın ki sizler Noktis'in şanlı ordusunu temsil eden fedailer olarak orada olacaksınız! Ülkenin şerefi sizin omuzlarınızdadır! Anlaşıldı mı asker?!"

"Emredersiniz Komutanım!"

"Yolun açık olsun asker!"

"Sağ olun Komutanım!"

Hep bir ağızdan bağıran subaylarıma göğsüm kabararak bakarken elimi havaya kaldırdım. Selamım coşkuyla yanıt bulurken kılıçlarını toprağa sapladılar. Önlerinde uzun bir yol, zorlu bir vazife vardı. Onlara bakmak bana Aprikus topraklarına doğru yola çıktığım ilk günü hatırlatıyordu. Sırtım intikamı kuşanırken kollarım adaleti kucaklamıştı. Yaman bir öfkeyle yanıyordu o vakitler içim. Şimdi ise öfkeme su serpilmiş, adalet geç de olsa yerini bulmaya başlamıştı.

Avluyu terk edip köşke doğru yürürken babamın öğütleri çınlıyordu kulağımda. Ona layık bir evlat mıydım bilmiyorum ama yolundan gitmeye çalışıyordum. Bahçemizde açan papatyaları görse gururlanacağına emindim. Bir de, bir de o çiçekleri sulayan omegayı.

Köşkün arkasını dolanırken bahçede dolanan sarışını görmek gülümsetmişti beni. Yolumu değiştirdim anında, beni fark etmemişti henüz. Kulağının arkasına sıkıştırdığı pembe gülle iki kuru söğüt dalına kurulu salıncakta sallanıyordu.

"Ne o çilli, çocukluğunu mu özledin?"

Sesimi duymasıyla irkilirken bakışları beni buldu. "Ne diye sinsi sinsi geliyorsun?" diye çıkıştı. "Yüreğim ağzıma geldi."

"Çok mu korktun?" dedim gülerek. İki yana salladı başını. Keyfi pek yok gibiydi. Normalde onlarca cümle kurmuş olurdu şimdiye dek.

"Ne yapıyordun burada?" diye sordum irkilmesiyle düşen gülü yeniden kulağının arkasına sıkıştırırken. Saçalarına bandana takmamıştı bugün, sarı bukleleri alnına dökülüyordu.

Dudak büküp omuz silkti soruma. "Hiç." diye mırıldandı. "Hiçbir şey yapmıyordum, sıkıldım sadece."

Onu zaten anlamıştım. Bakışları hızlı ele veriyordu bu sarışını. Öne eğdiği çenesini tutup gözlerinin bana değmesini sağladım. Bal rengindeki küskün hareleri güneşte başka parlıyordu. Suratına serpiştirilmiş çiller ise daha belirgindi artık. "Tenin yanmış," dedim yanaklarına dokunurken. "Çillerin koyulaşmış."

Yes My Prince!Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin