9

1.3K 131 140
                                    

"Lanet olsun!" Öfkeyle soluyup elimi saçlarımın arasından geçirdim. "Lanet olsun Lu! Böyle olmaması gerekiyordu!"

Odanın içinde bir o yana bir bu yana gidip gelirken durup ofladı.

"Biliyorum." dedi. "Ben de biliyorum böyle olmaması gerektiğini. Lakin gel gör ki bu saray sürprizlerle dolu."

"Beni uyarmalıydın. Tanrı aşkına, biz seni buraya ne için gönderdik?!"

"Nereden bileyim hangi emeli güttüklerini? Adamların kafasının içine de giremem ya! Suçu bana atmayı kes artık Jongin."

O sabah bir çillinin peşine düşüp asıl görevimi geciktirsem de hallettiğimi zannediyordum ve bu akşam işitmek istediğim haber kesinlikle böyle bir felaket değildi.

Veliaht Prens Minseok. Akşam yemeğinde içtiği çorbaya katılan zehir yüzünden fenalaştığını duymamla başımdan aşağı kaynar su dökülmüşe dönmüştüm. İnanın bana aklımdan geçenlerin bununla herhangi bir alakası bulunmuyordu. Yerine ulaşan mektubun niyeti bu değildi. O satırlar böylesi bir saçmalık için yazılmamıştı.

"Dua et Luhan." dedim kapıdan çıkmadan evvel. "Dua et prense bir zeval gelmesin."

Zira bu tahtanın en mühim piyonu oydu. Mevcut yönetimden haz etmiyordu veliaht prens. Topraklarındaki zulümden, bozulan eşitsizliğin ekinleri olan kargaşadan, ufukta görünen kara fırtınadan.. hepsinden haberi vardı. Aklı fikri başında mantıklı bir herifti bu prens. Bunların yanı sıra ise iyi bir askerdi. Güneyde kendine ait bir ordusu, donanması vardı. Hanedanın gözde üyesi olması da cabasıydı. İlk erkek evlat, tek alfa çocuk, üstün eğitimlerle  yetiştirilmiş tahtın gelecekteki sahibi, kralın varisi. Babası olacak piç kral önünü göremeyerek ona haddinden fazla güvenmiş, istila ettiği suların, zorla ele geçirdiği denizlerin güvenliği için onu vazifelendirmişti. Veliaht Prens ise layığıyla yerine getiriyordu vazifesini. Lakin tek yaptığı güvenliği sağlamak değildi. Emrindeki orduyu öyle bir yetiştirmişti ki onun sözünün üzerine söz tanımıyor, onun yürümediği yolu açmıyordu bu ordu. İkilik çıkarmaya hayli müsait olan bu durumu değerlendirmek ise benim tam olarak hedeflediğim şeydi.

Zaman daralıyordu. Şayet biraz daha karanlıkta kalır ise ülkem, bir daha ışığı görmek mümkün olmayabilirdi. Biraz daha hastalanır ise alfalarımız, sayısı gittikçe azalan omegalarımızla neslimiz yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalırdı. Biraz daha yeşermezse toprak, kuraklık çalardı kapıyı.

Sıkıntıyla iç çekerek maskemi geçirdim suratıma. Sağlam adımlarımla kargaşanın merkezine, olay mahalline vardım. Nöbetçi saray muhafızlarından biriydim ne de olsa, olayı soruşturacak kafilenin içinde olmak lehime çeviriyordu vaziyeti.

Veliaht Prensin odasının kapısı kapatılmış, hekim ve sağ kolum dediği, en güvendiği askeri Komutan Do kalmıştı bir yanında.  Kapıda ise haneden üyeleri ve benim gibi onlarca asker vardı. Her kafadan ayrı bir ses çıkıyordu.

"Kesinlikle adi bir casusun eli var bunda."

"Ya hizmetçiler, onlar kontrol etmemiş mi?"

"Tanrım, Veliaht Prensimiz! Ülkemizin geleceği o. Kim böylesi bir çirkinliği reva görür ona?"

Söylenilenlerden hiçbiri durumunun nasıl olduğu hakkında bilgi vermiyordu. Tek bildiğim henüz ölmemiş olmasıydı. Konuşmalar aniden kesilirken herkes kenara çekilip eğildi.

"Derhal!" dedi kapıya dayanan kral. "Derhal bulun buna cesaret eden kendini bilmezi!"

Yüzümü buruşturdum. Suratını görmeye katlanamadığım bir herifin önünde destur durmak bacaklarımı söküp atmak istememe sebep oluyordu. Aldıkları emirle ileri atılan muhafızların arasına girip çıkışa doğru yürüdüm. Kıdemli muhafızlardan birisi karşımıza geçip hızlı bir vazife dağılımı yaptı. Bir kısım mutfaktakileri sorguya çekecek, bir kısım at sırtında şüpheli arayacak, bir kısım ise olaya şahit olan görgü tanıklarıyla muhatap olacaktı. Ben üçüncü grupta yer alıyordum.

Yes My Prince!Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin