Şafak her söktüğünde geceden bir iz kalırdı güne. Güneş, geceyi kovalarcasına hızlı doğduğundan bu diyarlarda, gece de kısacık hükmünün hemen bitmesine bozulur, ardında güneşi lekeleyecek bir emare bırakmak isterdi. Bazen ayın o silik görüntüsü kalırdı gökyüzünde, bazen bulutlardan yer kalmazdı güneşe, bazen de tan vaktinde düşen bir yıldız güneşin ışığını keserdi.Bugün o yıldız bu küçük prensin gözlerine düşmüştü sanki. Gecenin karanlığını ağırlayan gözleri her an ağlayacak gibi nemleniyor lakin ışığını hiç kaybetmiyordu.
Dudaklarımın son durağı bileği olurken sıkı bir öpücük kondurup bıraktım elini.
"Uyuyun biraz." dedim. "Bitkin düştünüz bütün gün."
Saatlerce veliaht prensten haber beklerken bir dakika bile oturmamıştı. Üstüne bir de kralın lafları vardı. Düşen omuzlarından ne kadar yorgun olduğunu anlayabiliyordum.
Başını salladı sakince. Sütunun arkasına geçti. Ben ise ne yapacağımı bilemeyerek dikildim öylece odanın ortasında. Bir şeylerin değiştiğini, aramıza örülü duvarların biraz eksildiğini düşünüyordum. Bir tuğla ondan bir tuğla da benden düşmüştü sanki. Pekala, dürüst olacağım, benden üç beş tuğla fazla düşmüş olabilirdi. Ona karşı elimde olmadan peyda olan ön yargılarımın yavaş yavaş kırıldığını hissediyordum. O, havadan inmeyen küçük burnu kibri değil kalkanıydı. Güzelliğini zırh gibi giyinmiş cesaret maskesini silah diye kuşanmıştı. Yine de gözü kara olduğunu es geçmeyecektim, diğerlerini bilmem ama bana karşı gözlemlerinin nokta atışı olması ise saflık altına yatıramayacağım kadar fenaydı.
Beni düşüncelerimden sıyıran ses kısık seste bir tıslama oldu.
"Prensim?" dedim kaşlarım çatılırken dolabın olduğu bölmeye adım atarak. Önce cevap vermedi. Ardından "Bir şey yok, git." diye söylendi. Fakat sesi pek de bir şey yok gibi değildi. Daha çok zorlanıyor gibi çıkmıştı.
"Emin misiniz? Yardıma ihtiyacınız varsa buradayım."
Sütunu geçmeden seslendim ona ancak sessiz kaldı. Birkaç dakika boyunca duyduğum tek şey lanet okuyan cümleleriydi. En sonunda oflaya puflaya çıktı oradan. Üzerindeki gömleğin düğmeleri açılmışken belini çepeçevre saran kuşak sımsıkı dolanmış duruyordu. Beyaz teni, büktüğü dudakları ve ağlayacak gibi bakan gözleriyle öylece karşımda dururken yutkundum.
"Çözemiyorum." diye mızmızlandı. "Elim acıyor, çözemiyorum şu lanet kuşağı."
Elleri hala belindeki siyah kumaş parçasıyla uğraşırken aramızdaki mesafeyi kapatıp ona yaklaştım.
"Bana bırakın." dedim elinin üstüne elimi koyarak. Gözlerini kaldırıp alttan bir bakış attı bana, geri çekti ellerini.
Sırtında son bulan kumaşın ucunu tuttum. Bunu yapmamla bedeni biraz daha bana doğru kaymış, kollarımın arasında kalmıştı. Bakışlarımı çıplak tenine değirmemeye özen göstererek açtım düğümü. Sıcaklığını duyumsadığım ince vücudu benim için tehlike arz ediyordu. Yine de beline sürtünen parmaklarım kaçınılmaz oldu. Bu ufacık temas ateşe dokunmuşum gibi yakarken parmak uçlarımı, duraksadım. Kokusu o kadar yakınımdaydı ki nefesimi tutmak bile işe yaramıyordu.
"Neden?" diye sordu titremek üzere olan bir sesle. "Neden durdun?"
Çünkü alfamın buna ihtiyacı vardı, sakinliğini koruyabilmeye. Yoksa onun ateşi çoktan yakardı elimi, avucumu. Ne zamandan beri bu kadar kontrolsüzdüm bilmiyorum fakat onun feromonları üstüme kor düşmüş etkisi yaratıyordu. Hep bu bağlılık mührü denen şeyin etkisiydi bunlar, zira azıcık bir temasta bütün tüylerimin ayaklanması akla mantığa yatar şey değildi. Neyse ki titreyen sesinden onun da benden aşağı kalır yanı olmadığını anlamak durumu adil kılıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yes My Prince!
FanfictionGüzelliği dillere destan bir omega olan Prens Byun Baekhyun dört bir yana yapacağı yarışmanın haberini salar ve topraklarındaki tüm alfaları toplar. chanbaek&sekai Yetişkin içerik