DOKUZUNCU BÖLÜM KESİT| İHANET

104 5 16
                                        

Sevmediği birinin önünde diz çökecek kadar adi bir ruhun, sevmediğini karşısında diz çöktürecek kadar kararlı olanın yanında, birbirine değmeden ama ayrılmadan da oluşturduğu o kopuk bağ, bir benliğin çöküşünün imzasıydı. Esaret, bedene kapatılan ruhun elzem çığlığıydı. Kafesten çıkamayan ruh, kafesin ardını görmediğinden kapısından geçerken yaşayacaklarını düşünemeyerek canını alacak olanın hayalini kurardı. Ancak insanoğlu özden biraz da nankör değil miydi? İhanetle başlattığı serüvenini ihanetle bitirecekti. Onu var eden de yok eden de bakan gözlere ihanetti. Görenlere ise Tanrının yarattığı insanlarla kullandığı o cümleler, o cümlelerin kastettiği paragraflar, paragrafların oluşturduğu o karmakarışık metnin işaret ettiği yer, nankör olan insanoğlunun onu yaratandansa, yarattıklarına yönelişinin kaybıydı. Yaşam tam olarak biraz da yıkımdı. Tarık'ın ardında kapıyı tıklatan kişinin kutsal varlığıydı.

Şimdi ellerim, bir yıkımın izlerini bencil bir hırsla ilmek ilmek işlemişken tenime, bundan hiçbir kurtuluş olmadığını biliyor olmak bu farkındalıkta cayır cayır yakıyordu beni. Kapıyı çalana kapıyı açmak istememeye neden oluyordu. Bir vahşet tanığı gözlerim, şeytanın cinnet gölgesinde şekillenen yüzüme bakmaya cesaret edemiyordu. Kendime karşı özenle beslediğim o taze nefret bile karşıma geçip kim olduğumu sorguluyordu. Sahi, kimdi bu beden? Kimdi Tanrı yerine durmaksızın yaratılanı zikreden ve onun yarattıklarında hüküm sürdüğünü zanneden?

Saf bir merakla var oluşa sorulan soruların her zaman cevabını alınamayacağı gerçeği, yaralayıcı olduğu kadar da bir noktada tüm yaratılanlara eşitleyiciydi. Tıpkı ölüm gibiydi. Tanrının gözünde ölüm de bilinmezlik kılığına bürünerek herkese bulaşmıştı. Fakat bunun sebebini ölümün üzülmemesi için çeşitli sebeplere yayarken insanoğlu düşünce çukurunun dibinde bırakılmıştı. Bu çukurda unutulan binlerce ruhtan biriydim belki de: O çukurun ta kendisiydim. Belki de Tanrının hiçbir şeyiydim, ona hiçbir şeydim. Nitekim bir noktada kendisinden vazgeçtiği bir parça ile yaratılmıştım. Artık isteklerim göz önüne alınmamışçasına buradaydım ve gücünü bilmediğim bir terazide yaptıklarımla bir tutulacaktım. Sanki bana haksızlık yapılmamış gibi bundan ders almayarak ardı arkası kesilmeden haksızlık yapacak, canımdan can alınmamışçasına defalarca can yakacaktım. Can alacaktım. 

Hayır, can almıştım.

İçimde ne sesini kısabildiğim ne de susturabildiğim kaos bu gerçeklikle irkildi. Kan, içinde saatlerdir içinde bulunduğum ruha karşın hırçın bir başkaldırışta bulunuyordu ve akıp gitmek yerine yerimi belli etmek ister gibi iyice tenime kazınıyordu. Kıpırtısızlığımı fırsat bilip benden bir an için dahi uzağa gitmek istemiyordu, benimle kalırsa hiçliğe karışmaktan kurtulacağı kanısına kapılmıştı. Halbuki içimden taşan uçsuz bucaksızlığı görmüyordu. Hapsolduğum buhranın çıkışını hiçbir ruh seçemiyordu. Canım o kadar yanıyordu ki işlediğim günah boynumu bükerken dahi bunu hissediyor olmaktan derin bir utanç duyuyordum. Aklımı kaybetmenin kolaylığı bana sunuluyordu ancak ceza olarak aklımla sınanıyordum. Sırtımı kemiklerimin kırılacağını bile bile bir güz akşamı Tanrıya dönüyordum. Omuriliklerimden oluşturulan bir salıncakta ruhumu amansız bir giyotine doğru sallandırıyordum. Okunmuyor, dinlenmiyor, kendi insafıma bırakılıyordum. Kendime en büyük acımasızlığı aslında bir tün vakti ben yapıyordum.

"Uras," dedim aynı ana hapsedilip yüzlerce kez. "Sanırım ben birini öldürdüm." Sanırım ben bir can aldım, ben benim canım altın bir tepside bana sunulmuş gibi birinin canına kastettim. Şeytana dönüştüm; onun gölgesi, eli ve kulağı oldum.

Bir çift göz, acımadan, dur durak bilmeden insanlığa kaybetmiş olan caniliğimi anbean kayıt altına alırken katledilen çocukluğumun cesedine parmak izimi bulaştırıp daha bu izin ardı arkası sorulmadan kimliğimi açıklamıştım. Ben inanılmaz bir yaratıcıydım, bendeki izlerle birilerine el uzatmaktansa geçmişe yenik düşerek bağımı kullanmış, bir ruhu izinsiz avuçlarıma almıştım. Neden yapmıştım bunu? Zihnin içinde yürümesini bilmeyene bir tuzak olduğu için mi? Getsemani miydi bana bunu yaptıran? Yoksa ruhum, yaratılıştan bedenime kafes olduğundan mı?

ESARET| ÇÖKÜŞHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin