ONUNCU BÖLÜM| GİZ

1K 66 55
                                    

 Kalbimin içinde taştan büyük bir kutu vardı, bu kutunun içindeki kimsesizlik, zamanın çuvalı kum taneleri yüzünden anbean doldukça büyümeyi seçiyor, kendini kalbimle birlikte ağırlaştırarak yaşamamı gittikçe daha da imkansız bir hale getiriyordu. Alınan nefesler, ciğerlerime ulaşmayı kesiyor, beni havasız bırakıyordu. Bana bakmadan güveni bir ağaç gibi kökleriyle damarlarımdan içeri sızdıran gri renk, yüreğim taşlaşırken aklımı allak bullak etmeye devam ediyordu. Yalnız kalmayı düşlediğim oluyordu, ancak bu fikir aklımın kuru topraklarını bir damla su gibi rahatlatamadan bu kelime zihnimde bir ağırlık haline geliyor, beni kendimden uzaklaştırıyordu. Yüreğim her bir kum tanesiyle o kadar yoruluyordu ki içimde büyüyen ağaç dahi kırılganlaşıyordu. Sanki grinin bir hareketi, bir kelimesi, bir bakışı o dallara balta geçirebilir, ağacı darmadağın edebilirdi. Dallar bükülür, kalbim çürür ve atmayı keserdi. Ruhum yalnızlık şarabından bir bardak tüketirdi. Ne kadar sarhoş olursa olsun o kalbi bir daha iyileştiremeyeceğini bilirdi.

Bu bilinçliliğin keskin köşelerinden birinde bir göz kırpma süresinde ölü rüyalar ve pembe düşler görüyordum. Ruhum grilere sarılmış tatlı yalanlarla dans ederken kimse görmeden Güneş'in tepesinde Ay ölene kadar devam ediyordum. Çünkü Tanrının isteğinin kimsenin kabul etmediği olduğunu biliyordum. Ardından göğe yüzümü kaldırıp sorguluyordum. Tanrı hayal kuruyor muydu? Yorulup hüzünleniyor muydu? Hiç sevilmemiş hissediyor muydu? Çünkü ben hissediyordum. Hayal kuramadan, yorulup hüzünlenemeden sevilmemişlikle güne başlıyordum. Güneş üzerime bariz bir kırgınlıkla doğuyor, ardından kırık kalbimi ertesi gün aynı yerde bulacağını bile bile geceye emanet ediyordu.

Sert rüzgarlarda savrulup duran bir fidan iken yediği beklenmedik darbelerle zayıflamış olan güvenime baktım. Ruhumu çatlattığı için üşütüyordu, içinde bulunduğum tehlike kendimi çırılçıplak hissettiriyordu. Kandırılmanın karşılıksız affı kalbimi büküyordu. Tamamen savunmasız bir şekilde bir kasırganın ortasında duruyordum. Parçası olmadığım bir kargaşanın basit piyonuydum, güvenilmediğim gibi öldürülmek için ileri sürülüyor ve yeniliyordum. Farkında olmadan bende açılan yaraları, kan izleri başkasının elinde olsa dahi siliyordum. Zira birkaç damla kan, Gayya Kuyusunun yanında canımı yakmıyordu. Son nefeslerini alan on dört, on beş ve on altı dışarı çıkıp hala ruh katilini aramak istiyordu ama korkuya sarılmış vicdanım buna el vermiyordu. Zaman ağır ağır geçiyordu ve ben, acımasızlıklarının endişe özünde geçmiş bir kabusun kölesi oluyordum. On beşe dönüşüp bir gece yarısı lanetinin içine hapsoluyordum. Ensemdeki saçlar havalanıyor, yabancı bir et parçasının alevden nefesi tenime yayılıyordu. Yanıyordum fakat bunun olduğum ortamla bir ilgisi yoktu.

Bir ses beni şimdinin esirliğinden kurtarıp geçmişe çekerek "Derin nefes al," diyordu, zaman ve mekan fark etmeksizin daima ölmek üzereymiş gibi hissettiğimi anlıyor muydu? Vücudum ateşler içinde yanmasına rağmen fısıltısı tüylerimi diken diken ediyordu. Arkamı dönerek bana fısıldayan kişiyi görmeye niyetleniyordum. Bir türlü olmuyordu, konuşan kişi sanki onu görmemi istemiyordu. "Derin bir nefes al Merza."  Dibimden gelen ses üzerine irkilerek tekrar arkamı dönüyor ama kimseyi bulamıyordum. Kısa bir an ciğerlerimdeki havanın azaldığını sanıp biraz daha panikliyordum. Gerçek olmayan sıcaklık, hayali ciğerlerimi büzüştürüyordu.

Korkunun kucağına düşmeden birkaç saniye önce "Kimsin sen?"  diyordum tedirginlikle. Sesim boşlukta dalga dalga yayılarak hiçbir yere ulaşamadan ruhum gibi solup gidiyordu. Karanlığın sonsuz boşluğunda bile kırgın burukluk beni bırakmıyordu. Yoldaşım olmaya yaratılışımla ant içmişti. Öyle ki karşılık olarak beklediğim cevaba karışıyor, kendimden çıkarcasına beni yaralıyordu. Her bir harfin etrafına dikenli teller dolanıyordu.

ESARET| ÇÖKÜŞHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin