DÖRDÜNCÜ BÖLÜM| HİRAETH

992 54 137
                                    

"Hiraeth" kelimesi kısaca artık dönemeyeceğiniz veya başından hiç sizin olmamış bir yere/yuvaya duyulan özlemi ifade eder. Bu kelimenin bölüm içerisinde anlatacaklarım için uygun olduğunu düşündüm. 

Hiraeth kelimesinin bende karşılığı olan şarkı üstte bulunuyor. Siz de kendi şarkılarınızı buraya bırakabilirsiniz.

Bölümün bir kısmı bazı okuyucular için içerik olarak tetikleyici veya rahatsız edici olabilir. O kısma, okumak istemeyenler için işaret bırakacağım.

Lütfen oy vermeyi ve bölüm boyunca yorum yapmayı unutmayın. Her desteğin benim için anlamı çok büyük. İyi okumalar dilerim. (:

***

Ürkütücü sessizliğin acı verici ateşleri üzerinde yürüyordum. Arafın binbir mahzenlerinden bir tanesindeydim. Burada ruhlar, umutlar ya da günahlar yoktu, tek görebildiğim alabildiğine acıydı. Acı, ezelden beridir her bir dalını ezbere bildiğim, doğduğumdan beri benimle zihnimde büyüyen köklü bir ağaçtı. Ağacın dallarında büyüyen yapraklar, anılarımın ucuna iliştirilmiş birer keder damarıydı. O ağaca zincirli çaresiz bir köle vardı. Yüzü, yüzüme benzeyen bir yalancıydı. Ağacın etrafında dolanan silüetler sivri dişlerinin arasından ağacın köklerine lanetler okuyan ve ona tapan yabancılardı, benim kurmadığım bu sofraya üstlerinde bir gram haya olmadan daha fazla canavar çağırıyorlardı. Kalabalıklar içinde kimsesiz hissediyordum. Benden geriye kalanlarla, bu canavarlarla beni baş başa bırakan Tanrı'yı arıyordum. Başımı kaldırdım kör gözlerime inat. Yüzü olmayan silüetlerin anlamsız adlarına baktım. Onları şikayet edecek kimsem yoktu, onları uyaracak dilim kopmuştu. Kimsesizlerin sığınağı neredeydi? Hangi mahzenin kirli duvarı buradakilerin günahlarından önce adını yok etmişti? Hayır, bu arafın cahim parçası onları bu hale sokan yegane şey değildi.

Oldukları, olmak istedikleri ve asla olamadıkları onları isimsizleştirmişti. 

Kendini affedemeyenler, Tanrı'dan af dileyemeden ölümle ödüllendirilmişti. 

Kanlı gökyüzü, hemen bağlı olduğum ağacın üzerinde fokurdadı ve içinde derin bir azap barındırdığını haykırdı. Siyah dumanları aydınlatan kan kırmızısı şimşekler, bana hatırlayamadığım geçmişimin günahlarını sordu. Cevap veremedim. Kimdim? Neydim? Hangi bedende ölüp burada çırılçıplak bir yalnızlıkla diriltilmiştim? Cevap verilmedi. Soruları soran artık ben değildim, cevap verecek kişiydim fakat yanıtlarım ruhuma kazınmadığından yoğun bir sessizlikle karşılık verebildim. Sessizliğimi nahoş bulan gök, siyah bulutlarını alelacele griye çevirdi. Gök, ortadan ikiye ayrılırken Cibril'in bağırışı, cennetteki gebe ruhlara çocuklarını kaybettirdi, hutame sesin korkusundan ağırlığını taşıyamadığında Gayya Kuyusunu arafa akıtmakta buldu çareyi. Dördün ateşini kaldıramayan beşinci kat göğe doğru eridi, içindeki ateşin sıcaklığında kendi erimekten korktuğu için ucu alevle kaplı buzdan mızrakları arafa gönderdi.

Keşke, diye bağırdılar hep bir ağızdan yirmi bir gram canlarını kurtarmak için dört bir yana kaçışanlar. Keşke ölüm son olsaydı da bu mübki azap gözlerimizin önünde can bulmasaydı. Beni, kökleri toprağın altı kat altında olan görkemli ağaca bağlanmış benliğimi umursamadan gittiler sonra. Kimsesizliğimde kimliğimi çalıp bıraktılar beni. Mızrakların ucu benden geriye kalanları yakmasın diye nefsimle kavga ederken ben, kimse arkasına bakmadı. Kimse bir diğeri için dua etmedi. Zira ölümle taçlandırılmadan önce benlik çukurunda galasızlaşan kalpler, çözümün ne olduğunu bilseydi belki de Tanrı hepimize merhamet ederdi. 

Nitekim, artık her şey için çok geçti. 

Burada ruhlar, umutlar ya da günahlar yoktu. 

ESARET| ÇÖKÜŞHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin