ON BİRİNCİ BÖLÜM| YIKIM

1.1K 67 48
                                    

Merhabalar. Bölüm, içerik bakımından bazı kelimelerle bazı okuyucular için tetikleyici olabilir. Lütfen rahatsız olacaklar işaret bıraktığım yerden okumaya başlasın.

Tabi ki bölümde ana karakterlerimiz olduğu kadar yeni karakterler de karşınıza çıkacak, bölüm uzun olduğu için karakterlerin aklınızda canlanması kolay olsun diye kafamdakilere yakın bir şekilde çizildiğinden eski bir arkadaşımın tatlı çizimini bırakıyorum.

Herkese iyi okumalar dilerim.

***

 Büyüme zorundalığının yürekte demlenip koyulaşan geç kalmışlık sancısı içinde kıvranarak durmak, aslında zamanda sıkışıp kalmaktı. Ne ileri gidebilmek ne de geriye dönebilmek belki de bendeki asıl yaraydı. Sahip olduklarımın azlığı özlem duyduğum öz suyumdu. İçten içe asıl özlediğim ev ya da abim değildi. İnsan asla sahip olmadıkları için özlem duyamazdı, benim asıl yüreğimi sıkıştıran ve ansızın beni nefessiz bırakan şey bendi: Her şeyin farkında olmayan, o masum zihin. Her insanın doğuştan kötü olduğunu anlamayan, anlatmaya çalışmaktan yorulmayan o çocuk, şu yaşımda bile olmak istediğim tek kişiydi. Nitekim zaman geçmiş, beni yutmuş ve alt etmişti. Kendimi bulmama izin vermeden bedenimi dört bir yana saçarak beni geçmişin çatlaklarından biri haline getirmişti: Artık tek yapabildiğim o çatlaklardan sızan anılara bakabilmekti. Bir yansımaya dönüşmemeyi umarak beklemek, öz yıkımın başlangıç satırıydı. Kalan dizelerde can bulmaya çalışan kelimeler, daima sahipsiz kalacaktı. Sahipsiz mezarlara konu olacaktı.

Kelebeği yaratan kozanın ipekten sırtı, yüzünü bir ressamın dertdaşı yapıyordu. İçine sığmayan kanatlar, kökünden kırılıyordu. Kırık kanatların cibranı ızdıraptan başkasına kavuşamıyordu. Halbuki bir durak, bir bahçe olmalıydı çünkü sevgisizlik, içinden kurtuluşu olmayan bir tapınaktı. Gün sona erdiğinde kendi sınırlarında özgür, kendi cehennemlerine şeytan olan insanoğlu sınırlar geçilip surlar indiğinde burada savunmasız kalırdı. Her kral, taktığı tacın altında duran zavallı bir yalancıydı. Güç ve kudret olmadan, her ruh gözlerde ağırlığınca kadardı. Bu yüzden avuçlar içindeki çizgide kırık yansımadan başka bir şey kalmadığında geriye çirkin bir burukluk kalırdı. Sizi cayır cayır yakan ve aldatan hisler bile bu burukluğu derinleştirmek adına elindeki kılıçları sizi katletmek için sallardı: Yaratılıştaki amaç, insanı çaresiz bırakmaktı. Sonuçta insanoğlu zayıf yaratılmamış mıydı?

Kozada can veren kelebeğin katli için ölümü ona anlatan duvarlar mı yoksa kendi üzerine tuğla tuğla esirlik inşa eden kelebek mi suçlanmalıydı?

Çözülemeyecek ikilemin cevabı diğer sorularımın ağırlığı altında ezilmiş, zihnimi taklit ederek dört bir yana dağılıvermişti. Durmaksızın tenimi darmaduman eden dudaklar, bir zehir gibi saniyeler içinde zihnimde şimşekler çakmasına neden oldu, birkaç duvar art arda yerle bir oldu. Bir tane daha ve bir tane daha. Geride hiçbir duvar bırakmayıncaya kadar zihnim yıkıldı ve surlarım çürüdü. Bir aslan taktığı gümüşten tacın altında küçüldü. Savunmasız, çırılçıplak hissettim; sanki hiçbir kaçış yokmuş gibi. Sanki on dördümde kendimi yeniden yaratmış misali donup kalan bedenime kinlendim. Zehir, kanıma karışıp beni paramparça ederken durup onu pişman edemeyen etimden tiksindim. Kapalı gözlerimin arasından yanaklarıma süzülen birkaç hırçın yaş, tüm bedenimi bir kabustan uyandırırcasına irkiltti. Dehşet içinde gözlerimi açtım, kafamın içindeki her şey uğulduyordu, zemin ayaklarımın altından kayıyordu. Benden ayrılmanın hazzıyla başka tene karışan yaşlar, aramızda asılı kalan belirsiz hissiyatı anında korkuya dönüştürdü. Ellerim, benden habersiz dibimdeki adamı yanan ruhun külleriyle itti. Küller etrafa saçıldı, böyle bir karşılık beklemediği için afallayarak bir adım kadar geriye sendeledi.

ESARET| ÇÖKÜŞHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin