BİRİNCİ BÖLÜM| MÜCRİM

2.9K 68 60
                                    

Rüzgar, tüm şiddetiyle büktüğü dalların yaprakları vasıtasıyla pencerenin tozlu yüzeyini temizlemeye çalışırken pencerenin yüzeyine tutunmuş biçimsiz damlalar kendilerine değen yapraklarla iyice dağılıyor, ardından yaralanmış bir yırtıcı gibi uğultuyla geri çekilen rüzgarın kolları ile yokluğa karışıyordu. Dayanıksız cam, her gürüldeme ile titriyor, parçalara ayrılıp buzdan havayı içeri davet etmek için vakit kolluyordu. Telaşlıydı: Uzun zamandır temiz hava ile karşılaşmamış odanın atmosferi de bu yoğunluktan özgürlüğüne kavuşmak için can atıyordu. O pencerenin asla açılmadığını bile bile gittikçe hırçınlaşan göğe karışmak istiyordu. Başkalaşıp yok olma gayesiyle kalbi bir çocuk kalbi gibi atıyordu. Bana dönüşüyordu. Sonra gök gürüldüyordu ve ellerim kırılmaya başlıyordu. Kırılan kemiklerim arasından dökülen mürekkepler yüzümü boyuyordu. Benliğim omurgasından bükülürek ruhumu sakat bırakıyordu. Yağmur yağmıyordu. Havanın bu riyakar tavrı bir düzene oturalı çok olmuş olsa da yağmur bir türlü yağmıyordu. Saatlerdir aynı şeyi yapıp öfkeyle gürüldese de gökyüzü, sanki onu izleyen birileri varmış gibi gözyaşlarını bu şehirde daima inatla geride tutuyordu. Tanrı yukarılarda bir yerde usul usul kırılıyordu, duyuyordum, yeryüzünü bunca kirden öfkesinin temizleyebileceğine cidden inanıyor muydu?

Terk edilişimizin isyanının kalplerde unutulmasını bekliyordu.

Ağır ağır kırptım gözlerimi, Tanrı yerine ben akıttım zehrimi gecenin zifiri karanlık zelzelesine. Bir felaketin koynundan çıkagelmiş benliğim her gece iyileşmeyi bekliyor lakin katiyen iyileşemiyordu. Odanın köşesinden beni izleyen çocukluğum asla büyümüyordu, yaraları her kabuk bağlamak istediğinde gözlerini gözlerime bağlayarak o kabuğu sivrilmiş tırnakları ile koparacağına yemin ediyordu. Bağırmak istiyordum, sesim artık çıkmıyordu. Gün yüzü göremeyen çığlıklarım ses tellerimi parçalıyordu. Unutamıyordum. Tanrının tüm yenilmezliği ile bizi anlamasını kavrayamıyordum. Her geceyi bir güneşe kaybedişimi bir zafer gülümsemesi ile mi izliyordu?

Cenneti hak edebilmek için daha kendimden kaç kurban vermem gerekiyordu?

Kaç parçam cennetin ırmaklarına kan bulaştırmadan bana kapılarını açardı?

Doğduğum gün hayatı kaybetmiş, bir daha da ayağa kalkamamıştım. Kırık diz kapaklarım ile bu yaşıma kadar savaşmış ama şimdiki yaşıma yenilmiştim. Bir intihar mektubu cümlesi misali çaresizlik içindeydim. Cümlenin sonuna gelen noktalar, gittikçe düzensizleşen eğri harfler yalnızca acıma gün ışığı vurmakla yetiniyordu. Kağıdın ıslak yüzeyi kanlı gözyaşlarıma ayna tutuyordu. Kendi ölümüme sebep olurken titremeyecek ellerim parça parça, yazdığım itirafların üzerine dökülüyordu. Geleceğe kaybedeceğim günlerim ıslanırken bir yandan da yasımı tutmaya başlıyordu. Ne var ki şimdiye kadar yaşadığım günler de geleceğimden çalacağım günlerin birer kopyasıydı. Çünkü hayatım asla doyasıya yaşanmış bir hayat değildi, her zaman yarım kalmıştı. Sevinçlerim, üzüntülerim, geç kalmışlıklarım ve yaslarım yarım kalmıştı. Ben yarım kalmıştım. Asla tamamlanmayacak yerlerden kırılmıştım. Keşkelerin korkunç labirentinde kaybolmuş, farkında olmadan orada boğulmuştum. Göbek bağımla beraber hayat bağımı da koparıp dört duvar içerisinde tün vakti bir avuç hayale sığınıp durmuştum. Ancak hayallerin de her şey gibi bir sonu vardı, sis perdesi misali kalkan zihnimin oyunları geride yine beni bırakmıştı: Sonsuz acım da hep oradaydı. Dinmek bilmeyen kederin koynunda büyüyen acı, sarmaşıkları vasıtasıyla büyüttüğü köklü ağaca yüzümü çiziyordu. Tıpkı gecenin koynuna sakladığım binlercesi gibi bu yüz de yaşlarla ıslanıyordu.

ESARET| ÇÖKÜŞHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin