Hatırlıyordum. İlk ölümü dilediğimde, ölümümü, on bir yaşındaydım. Kendimi tanımadığım bir başka yılın esiriydim, asillerin arasında Tanrının yarattığı başıboş askeriydim. Bu yüzden kendimle ilgili öğrendiğim ilk şey asilik ederek ölmek istediğim olmuştu. Bir akşamüstüydü ölüm düşüncesi beni sarıp sarmaladığında; yeniden bir kavgadan kaçarak yatağıma sığınmıştım. Başımı yastığa koyar koymaz yaraların aynı yerden açılmasının artık o kadar da acıtmadığını anlamıştım. Aynı günlerin tekrarını başlatan acı, üzerimde yalnızca bir uyuşukluk hissi yaratmaya yarıyordu. Bunu fark edince hissizleşen yaraların üstünde elimi dolandırarak tenime kanımdan bir şeyler çizmeye başlamıştım, fırçam elimdi. Boyam kan kırmızısı damlalardan ibaretti. Tuvalimi boyarken bir yandan da yaşam damarlarını saran örümcek ağlarını toplamıştım. Ağır yorganı o gün de küçük bedenimin üstüne çekmiş, sırtımı kapıya dönmüştüm. Eğer gözlerimi kapatırsam her şeyin önceki geceler misali duracağını zannetmiştim. Sonra olduğum yerde birden fani aklımla üstümdekini toprağın ağırlığı olarak hayal etmiştim. Ağlamaktan uyuyakalana kadar hayatta olup olmayışımın artı ile eksilerini hesaplamıştım. Ne acıydı var oluşun çektiği ölüm sancısı. Zıttıyla var olan her şey gibi yaşam da ölümü barındırmalıydı ancak bu saf istek, yasaklıydı. Islattığım yastık yüzü, bir çukur oluşturup çöküşüme şahit olmuştu. Bir daha yükselememiş, kalkamamıştım. Zaman, o noktada benim için durmuştu ve bedenim, ruhumu içimden binlerce kilometre uzağa savurmuştu.
Düşünülen, yapılan, söylenen her sözün dört duvar arasında kalacağını zanneden ben, ertesi sabah bu düşüncenin beni okula kadar takip etmesiyle kapanmayacak bir kapıyı açtığımı fark etmiştim. Okuldan da eve gelen bu düşünce bana sormadan arsız bir tavırla gecelerce, günlerce, sonra haftalarca, aylarca ve yıllarca bırakmamıştı beni. Bir anne edasıyla elimden tutarak bu yaşıma kadar getirmişti, beni anlık yorgunluğunda uykuya teslim etmişti. Dayanamayıp rüyaya da elini uzatmış, kabusum haline gelmişti. Başımı bedenimden ayırmasını beklediğim giyotinle yürümeye başlamıştım sonra; gözlerim daima zeminde, aklım ise Tanrıdaydı. Başımı kaldırmak anbean daha da zorlaşıyordu, zira tüm bu yıllar boyunca ölümü bekleyen boynum ona olan özleminden bükük kalmıştı. Tanrının gözündeki asil askeri, birkaç yavru şeytana karşı tek savaşmış olsa da aldığı ölümcül yaralar onu Tanrının cennetine taşıyamamıştı. Hissettiklerim sadece yoğun bir özlem veya utançtı. Gerisini hissetmek nefse fısıldanan dumandan sözler kadar yanlıştı.
Meryem'in gözyaşları, İsa'nın çamurdan kuşları, Yunus'un duası, İbrahim'i ateşten kurtaran Tanrının kutsal adı yüreğimde kimsesiz kalmıştı.
Ancak tüm bunları bir kenara atıp başımı cesurca göğe kaldırmalıydım. Tanrının her gün özenle boyadığı tuvaline bakmalı ve benim için bıraktığı mesajları anlamalıydım. Binlerce dostu anlamamışken Tanrıyı, onun mesaj gönderdiği ben olmalıydım. Kuşları, kuşların izlediği kelebekleri incelemeliydim. Çünkü yaratılıştan incinmiştim, doğuştan kırılgandım. Bu yeterli değil miydi? Tanrı beni bir an önce sarıp sarmalamalıydı çünkü beni herkes gibi terk ederse yarattığı ruh yapayalnız kalırdı. Durmaksızın kanar, gecelere ağlardı. Kalan ömrüm, bir aşığın yuvasını araması misali işkenceye dönüşürdü.
Dönüşmüştü.
Tam on dördümde kimsesiz ruhum gözler önünde öldürülmüştü.
Boynumu ilmek ilmek bir ip gibi saran bu ardı arkası kesilmeyen düşüncelerin dışarıdan göründüğünün bilincindeydim; herkesin kolayca yaptığı işleri yapmak beni yıllarca yürümüş gibi yoruyordu mesela. Var olmak her nefeste ölümü aratıyor ve uykumu getiriyordu. Gözlerimi kapatmak istiyordum çünkü biliyordum ki uyku, az da olsa ölümün dinginliğine yaklaştırıyordu bedenimi. Pişmanlık dolu bir karanlıkta geçirilen süre varlığımı bir noktada devam ettiriyordu. Zihnimdeki kara bulutlar gözlerim kapalı ya da açık da olsa asla dağılmıyor, dudaklarım asla gerçek bir gülümseme ile yukarı kıvrılmıyordu. Attığım kahkahalar ya histeridendi ya sinirden, sahte gülüşler rol yapabilmemin bir sonucuydu. Hayatım boyunca hiç normal hissetmemiştim, asla normal hissedememekten de korkuyordum. Normal olan neydi? Para uğruna satılan bir bedenin doğru düzgün bakmadığı iki çocuk normal miydi? Şahit olunan mahrem anlar, kafamızın içine yerleşen dehşet sesler, zihinde şahitlik tutmasın diye morartılan kollar, atılan çığlıklar? Ölümlü gözlerle görülen ölümsüz anlar?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ESARET| ÇÖKÜŞ
Ficção AdolescenteGeçmişin aralı kapıları ardında yaşayan Merza, bir gece körpe geleceğini değiştirmek adına evinden dışarı adım atmaya karar verir. Atılan bir adım her şeyi ne kadar değiştirebilir? Abisinin sır dolu suçları, geleceğin anahtarı ve ona malvarlığını v...