Bana izin verdiğinde ayağa kalktım.
Zincir beni aniden ayağa kaldırıp boynumdaki dikenli tasmayı çekiştirdi. Uçları tenime battı ama kan akıtacak kadar derine girmemişti. .. Henüz. Gerçi bileklerim çoktandır kanıyordu. Bunlar, sert ve insanın derisini sıyıran kelepçelerle geçirdiğim baygın esaret günlerimde ağır ağır oluşmuş yaralardı. Beyaz gömleğimin kollarında koyu kırmızı ve parlak kızıl lekeler vardı; çektiğim işkencenin kanıtı olarak, eski kan lekelerinden yenilerine kadar çeşitlilik gösteriyorlardı. Ma-ven'ın hükümdarlığına, ne kadar acı çektiğimi gösterecek kanıtlardı.
Ne düşündüğünü ele vermeyen bir ifadeyle tepeme dikilmişti. Babasının tacının sivri demir uçları kafatasından çıkıyormuş gibiydi ve boyunu daha da uzun gösteriyordu. Taç parıldıyordu ve her sivri ucu bronz ve gümüşle bezenmiş, siyah metalden kıvrık bir alev gibiydi. Maven'ın gözlerine bakmamak için o acı veren tanıdık şeye odaklandım. Yine de bana yaklaştı, göremediğim bir başka zinciri çekiştirdi. Bunu sadece hissettim.
Beyaz ellerinden biriyle, yaralı bileğimi nazik sayılabilecek bir şekilde kavradı. Elimde olmadan bakışlarım birden yüzüne çevrildi, ona bakmadan edememiştim. Gülümsemesi kesinlikle nazik değildi. Jilet gibi ince ve keskindi ve beni bütün dişleriyle ısırıyor gibiydi. En kötüsü de gözleriydi. Onun, Elara'nın gözleriydi bunlar. Bir zamanlar gözlerinin çok soğuk olduğunu, canlı buz parçalarından oluştuğunu düşünmüştüm. Artık gerçeği biliyordum. En sıcak alevler mavi yanardı ve onun gözleri de bu alevlerden farksızdı.
Alevin gölgesi. Gözleri alev alevdi ama karanlık,kenarlarını silikleştiriyordu. Gümüşi damarlarla kan çanağına dönmüş gözlerinin etrafında çürükleri andıran, siyahlı mavili lekeler vardı. Uyumamıştı. Hatırladığımdan daha ince, uzun ve gaddar görünüyordu. Hiçlik kadar kapkara saçları kulaklarına kadar uzamıştı, uçları kıvrıktı ve yanakları hâlâ pürüzsüzdü. Bazen ne kadar genç olduğunu unutuyordum. İkimizin de ne kadar genç olduğunu unutuyordum. Üstümdeki düz elbisenin altında, köprücükkemiğimdeki M damgası canımı yakıyordu.
Maven zincirimi sıkıca tutarak hızla döndü ve beni kendisiyle hareket etmeye zorladı. Bir gezegenin etrafında daireler çizen bir ay gibiydim.
Karşımızdaki kalabalık izleyici grubuna, "Bu mahkûma, bu zafere şahit olun," dedi omuzlarını dikleştirerek. En azından üç yüz kadar Gümüş, soylular ve sıradan halk, muhafızlar ve görevliler vardı. Gözu-cuyla, hızla ufalan kafesimi bana her daim hatırlatan ateşli cüppeleriyle duran Gözcüleri gördüm. Arven muhafızlarım da göz kamaştıran beyaz üniformaları, insanı boğan sessizlik yetenekleriyle hemen göze çarpıyorlardı. Orada oluşlarının yarattığı baskıyla boğulabilirdim.
Kral'ın sesi Sezar Meydanı'nın bereketli ve engin topraklarında yankılanıp aynı şekilde karşılık veren kalabalığın arasından geçerek her yeri doldurdu. Kral'ın acı sözlerini şehrin her yanına ve hiç şüphesiz krallığın geri kalanına yaymak için bir yerlerde mikrofonlar ve hoparlörler olmalıydı.
"Kırmızı Muhafızlar'ın lideri Mare Barrovv burada." İçinde bulunduğum zorlu duruma rağmen, neredeyse alaycı bir sesle gülecektim. Lider. Annesinin ölümü, yalanlarına son vermesine yetmemişti. "Bir katil, bir terörist, krallığımız içinbüyük bir düşman. Üstündeki kanlarla çıplak bir halde nasıl da önümüzde diz çöküyor."
Zincir yine beni çekip öne doğru savurunca, dengemi sağlayabilmek için kollarımı öne uzattım. Bakışlarımı eğip sakince tepki verdim. Ne kadar da abartılı bir gösteri sergiliyordu. Bu basit hareketin aslında Kırmızı Muhafızlar'a ne kadar zarar vereceğini fark ettiğimde, içimi öfke ve utanç kapladı. Poyraz'daki Kızıllar, Maven'ın kontrol ettiği iplerin ucunda dans edişimi izleyecek ve bizi dikkatlerine, çabalarına veya umutlarına değmeyen zayıf ve yenilgiye uğramış kişiler olarak göreceklerdi. Hiçbir şey gerçeklerden bu denli uzak olamazdı. Ama o sırada, oracıkta, Maven'ın merhametinin keskin kenarında dururken yapabileceğim hiçbir şey yoktu. O anda Boğaz'a giderken, yandığını gördüğümüz askeri şehir Korviyum'u düşündüm. Yayınlanan mesajımın ardından isyanlar çıkmıştı. Acaba devrimin nefesi ilk kez mi kesiliyordu... yoksa son kez mi? Bunu bilemezdim. Birisinin bana bir gazete getirmeye tenezzül edeceğini de hiç sanmıyordum.
Cal beni uzun süre önce babası ölmeden, elinde yalnızca güçlü bir şimşek kız kalmadan önce bir iç savaş olabileceği konusunda uyarmıştı. İki tarafta da isyan çıkacak, demişti. Ama orada dururken, Maven'ın hükümdarlığının ve Gümüş krallığının karşısında kırbaçlanırken, öyle bir bölünme göremiyordum. Onlara Maven'ın hapishanesini, sevdiklerinin götüıülüşünü, bir kral ve annesinin onların güvenine ihanet ettiğini gösterip anlatmama rağmen, düşman hâlâ bendim. İçimden çığlık atmak geliyordu ama bunu yapmamam gerektiğini biliyordum. Maven'ın sesi her zaman benimkinden yüksek çıkacaktı.
Annemle babam izliyor mu, diye düşününce, içimi yeni bir hüzün dalgası kapladı ve gözlerimde biriken yaşları akıtmamak için sertçe dudağımı ısırdım. Yakınlarda kameralar olduğunu, yüzüme odaklandıklarını biliyordum. Artık hissedemesem bile orada olduklarını biliyordum. Maven çöküşümü ölümsüzleştirme fırsatını kaçırmazdı.
Ölümümü mü izlemek üzereler?
Ama boynumdaki tasma öyle olmadığını söylüyordu. Beni öldürmeyi planlasaydı, neden bu gösteriyle uğraşacaktı ki? Bu düşünce bir başkasını rahatlatırdı ama benim içim korkudan buz kesmişti. Beni öldürmeyecekti. Maven yapmazdı. Bunu dokunuşunda hissetmiştim. Uzun, solgun parmakları bileğimi bırakmamıştı ve diğer eliyle de hâlâ tasmamın zincirini tutuyordu. O sırada bile ona aittim ve beni serbest bırakmayacaktı. Çılgın bir çocuk kralın hastalıklı takıntısı olmaktansa bu kafeste ölmeyi tercih ederdim.
Her biri tuhaf bir ağıtla sona eren notlarını hatırlıyordum.
Tekrar buluşana dek.
Konuşmaya devam etti ama sesi zihnimde boğuklaştı, bir eşeka-rısınm vızıltısı haline gelip bana iyice yaklaştı ve bütün sinir uçlarımı ayağa kaldırdı. Başımı arkamızda duran soylu kalabalığa çevirdim. Hepsi de kapkara yas giysileri içinde gururlu ve vahşi görünüyordu. Ptolemus kalçasından omzuna kadar gümüş kuşaklarla donanmış ve parlatılmış abanoz renkli zırhıyla muhteşem görünüyordu. O anda öfkeden gözüm hiçbir şey görmedi. Öne atılıp Ptolemus'un suratınınderisini yüzmemek için kendimi zor tuttum. Kardeşim Shade'e yaptığı gibi kalbine bir bıçak saplamamak için... Aklımdan geçenleri anlamış olmalıydı ki bana alaylı bir ifadeyle gülümseme cüretini gösterdi. Tasmam ve her şeyimi kısıtlayan sessiz muhafızlar olmasaydı, kemiklerini üstünden dumanlar tüten cam parçalarına çevirmem işten bile değildi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kralın kafesi
FantasyMare Barrow şimşeği olmadan tamamen güçsüz düşmüştür ve ölümcül hatalarını unutamamaktadır. Bir zamanlar sevdiği, yalan ve ihanetlerden ibaret bir çocuğun merhametine kalmıştır. Artık kral olan Maven, ülkesini ve tutsağını kontrolü altına alabilmek...