Benimle hemen hemen aynı yaşlarda, görevlerini eksiksiz yerine getiren yeşil gözlü kıza da Yonca diyordum. Gözlerimin içine bakmaya bir tek o cesaret edebiliyordu.
Maven’m beni geri istediğini ilk fark ettiğimde, acı veya karanlık ya da ikisini birden hissetmeyi beklemiştim. En çok da onu göreceğimi ve alev alev yanan gözlerinin karşısında acı çekeceğimi sanmıştım. Ama hiçbir şey olmamıştı. Oraya geldiğim ve diz çökmeye zorlandığımdan beri bir şey olmamıştı. Bana o zaman cesedimi sergileyeceğini söylemişti. Ama infazcılar gelmemişti. Samson Merandus ve ölü Kraliçe gibi zihnime girip düşüncelerimi açığa çıkaracak fısıltılar da öyle. Şayet cezam buysa, sıkıcı bir cezaydı. Maven hayal gücünden yoksundu.
Zihnimde hâlâ bazı sesler duyuyordum ve çok fazla anı vardı. Bir bıçak gibi beni kesiyorlardı. Acıyı, ondan daha da sıkıcı kitaplarla gidermeye çalışıyordum ama sözcükler gözlerimin önünde yüzüyor; harfler, gördüğüm tek şey geride bıraktığım kişilerin isimleri olana dek yer değiştiriyordu. Hayattakiler ve ölenler. Her yerde, her zaman Shade vardı.
Ptolemus kardeşimi öldürmüş olabilirdi ama Shade'i onun yoluna çıkaran bendim. Çünkü bencildim ve kendimi kurtarıcı sanıyordum. Çünkü bir kez daha güvenimi onu hak etmeyen birisine vermiştim ve bir kumarbazın iskambil kâğıtlarıyla oynadığı gibi hayatları değiş tokuş etmiştim. Ama bir hapishanedekileri serbest bıraktın. Çok insanı özgür bıraktın... Julian'ı kurtardın.
Zayii bir düşünce, daha da zayıf bir teselliydi bu. Korros Hapis-hanesi’nin bedelinin ne olduğunu artık biliyordum. Her gün, şansım olsaydı o bedeli tekrar ödemeyeceğim gerçeğini kabulleniyordum. Julian için, yüz canlı Yenikan için yapmazdım. Shade'in hayatına karşılık hiçbirini kurtarmazdım.
Sonuçta hiçbir şey değişmemişti. Maven aylarca geri dönmemi istemiş, her kan lekeli notta bana yalvarmıştı. Beni cesetlerle, ölülerin bedenleriyle satın alabilmeyi ummuştu. Ama ben bin masumun hayatına karşılık bile değiş tokuş edilemeyeceğimi düşünmüştüm. Şimdiyse, keşke istediğini uzun süre önce yapmış olsaydım diye düşünüyordum. Gerçekten önemsediğim kişileri kurtaracağımı bilen Maven onlara ulaşamadan önce yapmalıydım: Cal’i, Kilorn'u, ailemi... Yalnızca onlarla ilgili pazarlık edeceğimi biliyordu Maven. Onların hayatları için her şeyi vermiştim.
Sanırım, bana işkence yapmaması gerektiğini biliyordu. Şimşeğimi bana karşı çevirmek için, teker teker sinirlerimi parçalayarak beni lime lime etmek için kullanılan sondayla bile.
Hissettiğim acı onun için bir hiçti. Annesi onu iyi eğitmişti. Tek tesellim genç Kral'ın, gaddar kuklacısından mahrum kalmış olmasıydı. Orada tutulduğum ve gece gündüz izlendiğim müddetçe, Maven krallığın başında yalnız olacak, ona yol gösterecek ve sırtını kollayacak Elara Merandus olmayacaktı.
Temiz havaya en son bir ay önce çıkmıştım. Odamdan ve tek penceremden görebildiğim daracık manzara dışında bir şey görmeyeli de neredeyse bir o kadar olmuştu.
Pencerem sarayın bahçesine bakıyordu ve sonbaharın sonunda iyiden iyiye ölü hale gelmişti. Koruluk bir korucunun elinde çarpık-laşmıştı sanki. Yapraklı halleri muhteşem olmalıydı:Tomurcuklardan ve döne döne ta yükseklere ulaşan dallardan oluşan yeşil bir taç gibiydiler. Ama çıplakken o eğri büğrü meşeler, akçaağaçlar ve kayın ağaçları kıvrılarak sivri birer pençeye dönüşmüştü; kuru ve ölü parmakları kemikler gibi birbirine sürtünüyordu. Avlu terk edilmiş, unutulmuştu. Tıpkı benim gibi.
Hayır, diye kükredim içimden.
Diğerleri benim için gelecekti.
Bunu umma cesaretini gösterdim. Kapı her açıldığında midem kasılıyordu. Bir an, Carl'ı veya Kilorn'u ya da Farley'yi, belki bir başkasının suratını takmış Dadı’yı göreceğimi sanıyordum. Hatta Albay'ı. Artık onun kırmızı gözünü görebilmek için ağlayabilirdim. Ama kimse gelmedi. Benim için kimse gelmiyordu.
Umut yokken umut vermek gaddarcaydı.
Maven da bunu biliyordu.
Otuz birinci gün, güneş batarken ne yapmak istediğini anladım.
Çürümemi istiyordu. Silinip gitmemi. Unutulmamı.
Kemiklerden oluşan avluya, demir grisi bir gökten ilk karın pamuk gibi taneleri düşmeye başladı. Pencerenin camı soğuktu ama bir türlü donmuyordu.
Ben de donmayacaktım.
Dışarıdaki kar sabah ışığında kusursuzdu; çıplak ağaçlan beyaz ve parıltılı bir örtü örtmüştü. Öğleden sonraya kadar eriyecekti. Hesapladığım kadarıyla, 11 Aralık'tı. Sonbahar ile kış mevsimleri arasında tekrarlanan soğuk, gri ve ölü bir zamandı. Gerçek kar yağışları bir sonraki aya kadar başlamayacaktı. Eskiden, Bree karların altında gömülü kalmış bir öbek odunun üstüne atlayıp da bacağını kırdıktan sonra bile evimizin verandasından kar tepeciklerine atlardık. Onu iyileştirmek Gisa’nın bir aylık maaşına mal olmuştu ve sözüm ona doktorumuzun ihtiyaç duyduğu malzemelerin çoğunu da ben çalmak zorunda kalmıştım. Bree askere alınmadan Önceki kıştı; tüm ailemizin son kez birlikte olduğu zamandı. Son kez. Sonsuza dek. Bir daha asla hepimiz bir arada olamayacaktık.
Annemle babam Muhafızlar’la birlikteydi. Gisa ve hayattaki kardeşlerim de öyle. Güvendeler. Güvendeler. Güvendeler. Her sabah olduğu gibi, bu sözcükleri tekrarladım. Doğru olmasa bile beni rahatlatıyordu.
Ağır ağır önümdeki kahvaltı tabağını öteye ittim. Artık alışmaya başladığım şekerli yulaf ezmesi, meyve ve kızarmış ekmekten oluşan kahvaltı da beni rahatlatmıyordu.
"Bitirdim," dedim kimsenin yanıt vermeyeceğini bilerek sırf alışkanlıktan.
Kedicik çoktan yanıma gelmiş, yarısını yediğim yiyeceklere pis pis bakıyordu. Bir böceği elliyormuş gibi tabağımı aldı ve kapıya götürmek için bir kol boyu kadar uzakta tuttu. Bakışlarımı hemen ileriye diktim ve odamın dışındaki giriş salonunu görebilmeyi umdum.
Her zamanki gibi boş olduğunu görünce hayal kırıklığına uğradım. Kedicik tabağı büyük bir tangırtıyla yere bıraktı, belki de kırmıştı ama umurunda bile değildi. Nasıl olsa hizmetkârlardan biri temizlerdi. Üçlü diğer sandalyede kollarını göğsünde kavuşturmuş oturuyor, gövdemi süzen gözlerini bir an olsun kırpmıyordu. Kedicik'in ve onun yeteneğini hissedebiliyordum. Üstüme fazla sıkı sarılmış bir battaniye gibiydiler; şimşek gücümü yerinde ve gizlitutuyorlar, gitmeye bile kalkışamadığım uzaklardaki bir yerde muhafaza ediyorlardı. Bu durum derimi yüzmek istememe neden oluyordu.
Bundan nefret ediyordum. Bundan nefret ediyordum.
Bundan. Nefret. Ediyordum.
Çat.
Su bardağımı karşı duvara fırlattım, o korkunç gri duvar boyasının üstüne su saçıldı ve cam paramparça oldu. Muhafızlarımın ikisi de kıllarını dahi kıpırdatmadılar. Bunu çok sık yapıyordum.
Faydası da oluyordu. Bir dakika için. Ancak o kadar. Son bir aylık esaretim boyunca geliştirdiğim her zamanki programımı izliyordum. Uyanıyordum. Ama buna anında pişman oluyordum. Kahvaltım geliyordu. İştahım kaçıyordu. Yiyecekler geri alınıyordu. Anında pişman oluyordum. Duvara su bardağımı fırlatıyordum. Anında pişman oluyordum. Yatak çarşaflarını çıkarıyordum. Kâh çarşafları yırtıyor kâh bunu çığlık atarken yapıyordum. Anında pişman oluyordum. Bir kitap okumayı deniyordum. Pencereden dışarı bakıyordum. Pencereden dışarı bakıyordum. Pencereden dışarı bakıyordum. Öğle yemeğim geliyordu. Aynı şeyleri tekrarlıyordum.
Çok meşgul bir kızdım.
Ya da sanırım kadın demeliydim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kralın kafesi
FantasíaMare Barrow şimşeği olmadan tamamen güçsüz düşmüştür ve ölümcül hatalarını unutamamaktadır. Bir zamanlar sevdiği, yalan ve ihanetlerden ibaret bir çocuğun merhametine kalmıştır. Artık kral olan Maven, ülkesini ve tutsağını kontrolü altına alabilmek...