II. (iki) Bölüm

44 18 0
                                    

Aylar önce düşmanım olan kız kardeşi nedense bana bakmıyordu bile. Sivri siyah kristallerle süslü tuvaletiyle, Evangeline her zamanki gibi dehşet saçan bir takımyıldızın parıldayan yıldızıydı. Herhalde yakında kraliçe olacaktı. Maven'la nişanlı kalmaya yeteri kadar katlanmıştı. Bakışları Kral'm sırtındaydı ve kara gözlerini pür dikkat onun ensesine dikmişti. O anda bir esinti çıktı, gümüş saçlarının oluşturduğu parlak perdeyi omuzlarından geriye savurdu ama gözlerini dahi kırpmadı. Ancak aradan uzunca bir süre geçtikten sonra ona baktığımı fark etti. O zaman bile bana doğru dürüst bakmadı.

Gözleri histen yoksundu, artık benimle ilgilenmesini gerektirmeyecek kadar değersizdim.

"Mare Barrovv kraliyetin mahkûmudur. Kraliyet ve konsey tarafından yargılanacak, çok sayıdaki suçunun hesabını verecektir."

Neyle1 diye düşündüm.

Kalabalık yanıt olarak bağırdı ve karara tezahüratlar yaptı. Onlar Gümüştü ama soylu bir kökleri olmadığı için "halk tabakasına" dahillerdi. Maven'ın sözlerine coşkuyla yanıt verdikleri halde, Maven'ın soyluları tepki vermediler. Hatta bazıları öfkelendi, suratları soldu ve buz gibi bir ifadeye büründü. Ölen kraliçenin o lanet koyu lacivert yas giysileri içindeki Merandus Hanesi de öyleydi. Evangeline beni fark etmemişti ama onlar büyük bir dikkatle bana bakıyorlardı. Keskin mavi gözleri her yönden bana kilitlenmişti. Bir düzine insanın, çürük bir elmaya gizlenen solucanlar gibi fısıltılarını zihnimde duymayı bekledim. Ama sadece sessizlik vardı. Belki de iki yanımdaki Arven görevlileri sadece gardiyan değil, aynı zamanda koruyucuydu ve hem benim yeteneklerimi hem de bunları bana karşı kullanabilecek olanların yeteneklerini kontrol altında tutuyorlardı. Maven öyle emir vermiş olmalıydı. Orada bana başka kimse zarar veremezdi.

Ondan başka kimse.

Ama her şey canımı yakıyordu zaten. Ayakta durmak, kıpırdamak ve düşünmek canımı acıtıyordu. Jet kazası, sonda, sessizleştiren muhafızların ezici ağrılığı yüzündendi. Üstelik bunlar sadece fiziksel yaralanmalardı. Çürükler. Çatlaklar. Zaman verilse iyileşecek ağrılar. Bunların dışında kalanlar için aynı şey söylenemezdi. Ağabeyim ölmüştü. Bir mahkûmdum. Şeytanla kim bilir kaç gün önce yaptığım anlaşmadan beri arkadaşlarıma neler olduğunu da tam olarak bilmiyordum. Cal, Kilorn, Cameron, ağabeylerim Bree ve Tramy. Onları açıklık alanda bırakmıştık ama yaralıydılar, bir yere kıpırdayamıyorlardı ve savunmasızlardı. Maven başladığı işi bitirmek için oraya çok sayıda suikastçı yollamış olabilirdi. Kendimi onların hayatlarına karşılık vermiştim ve daha işe yarayıp yaramadığını bile bilmiyordum.

Maven'a sorsam, bana söylerdi. Bunu yüzünden anlayabiliyordum. Her korkunç cümleden sonra gözleri gözlerime kayıyor, hayran halkına söylediği her yalanı adeta bu şekilde vurguluyordu. Onu izlediğimden, dikkatimi ona verdiğimden ve ona baktığımdan emin olmak istiyordu. Bir çocuktu ve bir çocuğa yaraşır şekilde davranıyordu.

Ona yalvarmayacaktım. Orada değil. Bu şekilde değil. Bunu yapmayacak kadar gururluydum.

"Annem ve babam bu hayvanlara karşı savaşarak öldü," diye devam etti coşkuyla. "Hayatlarını bu krallığın dağılmaması ve sizleri güvende tutmak için verdiler."

Yenilgiye uğramış olabilirdim ama Maven'a öfkeyle bakmadan, ateşine bir hırlamayla karşılık vermeden yapamadım. İkimiz de babasının nasıl öldüğünü hatırlıyorduk. Daha doğrusu, nasıl öldürüldüğünü. Kraliçe Elara fısıldayarak Cal'in beynine girmiş, Kral'ın en sevdiği vârisini ölümcül bir silaha dönüştürmüştü. Maven ve ben, Cal'in, babasının katili olmaya zorlanışmı, Kral'ın başını kesişini ve krallığı yönetme şansını kaybedişini izlemiştik. O günden beri pek çok dehşet verici şey görmeme rağmen o anı zihnimden hâlâ silinmemişti.

Korros Hapishanesi'nin duvarlarının dışında Kraliçe'ye neler olduğunu pek hatırlamıyordum. Bedeninin sonraki hali, dizginlenmeyen şimşeğin insan etine ne yapabileceğinin kanıtıydı. Onu sorgulamadan, vicdan azabı ve pişmanlık hissetmeden öldürdüğümü biliyordum. Tahripkâr fırtınamı Shade'in ani ölümü tetiklemişti. Korros savaşıyla ilgili son net görüntü, kalbinin Ptolemus'un soğuk ve affetmez çelik kılıcının ucuyla parçalanışıydı. Ptolemus her nasılsa o kontrolsüz öfkemden kurtulmuştu ama Kraliçe kaçamamıştı. En azından, Albay ve ben dünyanın ona ne olduğunu öğrenmesini sağlamış, yayınımız sırasında cesedini göstermiştik.

Keşke Maven onun güçlerinden birazına sahip olsaydı da zihnime girip annesinin sonunu nasıl getirdiğimi tüm ayrıntılarıyla görebilseydi diye düşündüm. Kayıp acısını onun da benim kadar derinden hissetmesini istiyordum.

Maven ezberlediği konuşmasını tamamlarken bana bakıyordu ve bir elini beni ona bağlayan zinciri daha iyi gösterebilmek için öne uzatmıştı. Yaptığı her şey sistemliydi ve bir imaj oluşturmak için planlanmıştı.

"Ben de aynı şeyi yapacağıma, Kırmızı Muhafızlar'ı ve Mare Barrovv gibi canavarları yok etmeye ya da bunu denerken ölmeye yemin ediyorum."

Öl o zaman, diye bağırmak istedim.

Kalabalığın bağırışları düşüncelerimi boğdu. Yüzlerce kişi krallarına ve onun zorbalığına tezahürat ediyordu. Sevdiklerinin ölümünden beni sorumlu tutan onca kişinin karşısında köprüden geçerken ağlamıştım. Kurumuş gözyaşlarımı hâlâ yanaklarımda hissedebiliyordum. Yine ağlamak istiyordum ama bu kez üzüntüden değil, öfkeden. Bütün bunlara nasıl inanabilirlerdi? Bu yalanları mideleri nasıl kaldırıyordu?

Oyuncak bir bebek gibi o manzaraya sırtımı çevirdiler. Kalan son gücümle başımı çevirip arkama baktım; kameraları, dünyanın gözlerini görmeye çalıştım. Görün beni, diye yalvardım içimden. Onun nasıl yalan söylediğini görün. Çenemi sıktım, gözlerimi kıstım ve yüzüme bir direnç, isyan ve öfke ifadesi olduğunu umduğum bir izlenim vermeye çalıştım. Ben şimşek kızım. Ben bir fırtınayım. Bir yalan gibiydi bu. Şimşek kız ölmüştü.

Ama amacım ve hâlâ hayatta olan sevdiklerim için yapabileceğim son şey buydu. Son anda tökezlediğimi görmeyeceklerdi. Hayır, ayakta kalacaktım. Bunu nasıl yapacağıma dair en ufak bir fikrim yoktu ve tek bildiğim canavarın pençesindeyken bile savaşmaya devam etmem gerektiğiydi.

Güçlü bir şeydaha beni arkama döndürüp soylulara bakmaya zorladı. Soğuk Gümüşler bana baktılar; derileri mavi, siyah, mor ve griye bürünmüş; hayat enerjileri emilmiş ve damarlarından kan yerine çelik ve elmas akar hale gelmişti. Bana değil, Maven'a bakıyorlardı. Aradığım yanıtı onlarda buldum. Onlarda açlığı gördüm.

Kralın kafesi Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin