Tekrar gönderildim. Bu sefer gardan ne alacağımı unutmamalıyım, aksi takdirde geçen de yediğim dayağın bir hayli fazlası ile karşılaşırım. Adımlarım incelmiş sisin içerisinde sık bir tempo ile ilerliyor, biri ile çok uzağım ve kim olduğunu bilmiyorum. Birbirimizden uzağa taşındık ancak konu şehirler değil.
Garın yolunu bir kez daha buldum, nereye gittiğimi bilmiyorum ama sonuca ulaşıyorum, sanki şehir benim gittiğim yere doğru değişiyor ve aradığım hedefi önüme çıkarıyor. Binaların yeri değişiyor, çok sessiz ve çok kararlı.
Eski tren garında buluyorum kendimi, holündeki ahşap banklar kuş bakışı bir dikdörtgen çiziyor, en sol köşesi bir daha dikkatimi çekti, daha önce orada biri ile oturdum, yalnız değil, biri ile...
Bankların yanındaki altlı üstlü sıra sıra dizilmiş gri çelikten dolap kapıları var. Yan yana duran morg çekmecelerine benziyorlar, trenlere bakıyorlar, sanki kapağı açınca ceset çıkacak ve trene binecek.
Elimde buruşuk bir kâğıda yazılmış numara var. Sekiz rakamı umudu kırık bir şekilde elini sallıyor, bende o numarayı arıyorum, sonunda en başlardaki numarayı buluyorum. Üstteki bir dolapta almam gereken emanet, kapağın üzerindeki asma kilidi cebimden çıkan bir anahtar ile açıyorum, kilidi çıkarıyorum. Kapağı kendime çekiyorum ancak sıkışmış.
Zorladım, çektim, çektim... Açıldı sonunda ancak bende bir iki adım geri gittim, sonra geri gelip dolabın içine baktım.
Yüksekliği oldukça genişmiş, derinliği de epeyce var. Sonunu göremiyorum ancak içinde siyah küçük bir kutu var. İçini açıp bakmalı mıyım? Hayır. Bu benim değil, Dominus'un annesi yolladı, onların özeli. En iyisi bakmamak. Cebime atıyorum, geri kilitliyorum gardan ayrılıyorum.
Bir süre yürüdüm, insanlar yanımdan geçip gitti... Arabalar, bodur ve mutsuz binalar, hiç hayvan yok...
Eve az kaldığını hissediyorum, dikkatimi yola değil, az bir zaman kaldığı gerçeğine odaklıyorum ancak bir sokağın önünde istemsiz durdum. Kafamı sola çevirdim.
Bu sokak çıkmaz ve çok tanıdık. Çıkmazının verdiği bir karakteristik, sanatsal bir korkunçluğa gebe, içeri girersem duvar göreceğim. Tanıdık bir duvar. Korkusu belinde, yüksek sesle konuşan bir duvar. Zorba, kesin ve somurtkan...
Duvar korkusu...
İlerliyorum, sokağa girmeyi seçmemeliydim ancak nedensiz yere seçtim. Adımlarım sıklaştıkça her iki yanında birbirinin yüzüne yaklaşmış bodur binalar, yeryüzünden gökyüzüne türban bağlıyor.
Kimse yok burada, eskiden çocuklar varmış... Varmış ki yerlerde sek sek oynamak için beyaz tebeşir ile çizilmiş, içlerinde rakam bulunduran kareler, terk edilmiş plastik toplar, yukarı bakınca dar bulut manzarasını dikizleyen bez bebekler var.
Çok ilerde büyük düz bir yapı var, ilerliyorum ve kendini göstermekten çekinmiyor.
Artık çok yaklaştım. Büyük beyaz dikdörtgen tuğlaların yan yana dizildiği, aralarından siyaha yakın bir gride çimento ile birleştirilmiş dev duvar.
Dikdörtgenlerin içerisine bazı motifler kazınmış, cesaretimi toplayıp yakından bakıyorum, beyaz renkte anlamak zor ancak dikkatli bakınca buraya ince bir işçilikle kazınmış genç kızlar görüyorum. Hepsinin bedenleri var, renksiz minyatürlerin ortak bir özelliği var. Bu kızların hepsi bakire. Neden bilmiyorum ancak öyleler. Bundan eminim. Kirli değiller. 'Kirli olmak'. Bu kelime midemi kötü yapıyor, açlıkla mide bulantısının ortak çalışması...
Ellerim ile dokunuyorum tuğlalara, duvar aniden kükrüyor ve ben geri çekildim.
O neydi? Ses çıktı. Derinden, hırıltılı ve geçmişten kalan öfkeli ses... Hem her yerden geliyor hem de hiçbir yerden. Bu duvar yıkılamaz. Onun en büyük özelliği bu.
Arkamı dönüp uzaklaşmaya başlıyorum, beni takip ediyormuş gibi, boğuk sesler geliyor ancak arkamı ürkerek dönüp baktığımda yerli yerinde kaldığını görüyorum.
Demek ki ben buradan geçemem... Artık özgür değilim...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Duvar Korkusu
HorrorRoman aşırı derecede cinsellik, şiddet ve psikolojik travma içerir. Küçük yaştaki okurlara tavsiye edilmez.