Ormandaki Adam

38 5 0
                                    

Onları gördüğümde adamlar biraz ötemde duruyorlardı. İki ya da üç kişilerdi, üzerlerinde İskoç etekleri vardı, ağaçların olmadığı küçük bir alanda şeytanlar gibi koşuşturup duruyorlardı. Biraz daha uzaktan silah patlaması olarak tanımlayabileceğim bir gürültü geldi.
Bu silah seslerinin ardından ortaya çıkan ellerindeki misket tüfeklerini sallamakta olan kırmızı ceketli ve dar pantolonlu adamları görünce halüsinasyon gördüğümden iyice emin oldum. Gözlerimi kırpıştırdıktan sonra tekrar aynı yere baktım. Elimi tam yüzümün hizasına getirip iki parmağımı yukarı kaldırdım ve ardından parmaklarıma baktım. Evet, iki parmak görüyordum, ikisi de yerli yerindeydi. Görüşümde bir bozukluk yoktu. Dikkatle havayı kokladım. Ağaçların bahardaki olağan kekremsi kokusunu ve hemen yanımda bulunan yoncaların bayıltıcı kokusunu içime çektim. Koklama duyumda da bir bozukluk yoktu.
Başıma dokundum. Ağrı ya da acı yoktu. Beyin sarsıntısı geçirmiş olma ihtimalim de yoktu. Nabzım biraz hızlı ama düzgündü.
Uzaktan gelen sesler bir anda şekil değiştirdi. Şimdi ortalığa bir toynak gürültüsü hâkim olmuştu. Üzerinde İskoç etekli İskoçların bulunduğu atların birkaç tanesi de tam benim bulunduğum yere doğru geliyordu, İskoçça bir şarkı söylüyorlardı. Ruhi dengemin yerinde olup olmadığından pek emin değildim ama fiziksel olarak yaralanmamış olduğumu ispatlayan bir çeviklikle yana kaçtım.
Kaçmakta olan İskoçların biri tarafından yere düşürülen kırmızı ceketlilerden biri doğrulup teatral bir tavırla atların arkasından yumruğunu sallayınca olanları anladım. Elbette, bunu nasıl düşünememiştim. Bu bir filmdi! Kendimle dalga geçercesine başımı sallamaya başladım. Bir tür tarihi filmdi bu. ‘Süslü Prens Charlie Fundalıklarda’ gibi bir konusu olmalıydı.
Sanatsal değeri ne olursa olsun film ekibinin çekimlerini bozduğum için bana bir teşekkür notu yazmayacağından emindim. Eğilerek ağaçların arasına kaçtım, geniş bir çember çizerek arabayı bıraktığım yere dönecektim. Bu dönüş tahmin ettiğimden daha zor oluyordu. Genç bir ormanla karşı karşıyaydım, yoğun çalılıklar ve budaklar giysilerime takılıp duruyordu. Bu genç fidanların ve ince dallarının arasından geçerken çok dikkatli olmalıydım, eteğim hem onlara hem de böğürtlen çalılıklarına takılıyordu.
O bir yılan mıydı? Neredeyse üstüne basacaktım. Fidanların arasından büyük bir sessizlik içinde doğruldu, onlardan bir farkı yok gibiydi ve bu nedenle elini uzatıp kolumu yakalamadan önce onu görememiştim.
Beni meşelerin arasına çekerken arkadaşı da ağzımı kapatmıştı, panik içinde kıvranıyordum. Beni alıkoyanın kim olduğunu bilmiyordum ama boyu benden çok da uzun değildi, kollarının gücü ise takdir edilmeye değerdi. Hafif bir çiçek kokusu alıyordum, lavantaya benziyordu ve biraz da baharatlı bir koku vardı, bu onun teriyle parfümünün karışımından ortaya çıkan bir kokuydu. Geçtiğimiz yoldaki yapraklar oradan oraya savrulurken beni belimden yakalamış olan kol ve el bana oldukça tanıdık geldi.
Başımı şiddetle sallayarak ağzımı kapatan elden kurtuldum.
“Frank!” diye patladım. “Tanrı aşkına nasıl bir oyun oynuyorsun?” Onun burada olmasından duyduğum huzurla, yapmış olduğu eşek şakasının huzursuzluğu arasında kalmıştım. Taşların arasındayken yaşamış olduğum tatsız tecrübeden sonra bu tür kaba oyunlara katılacak halim yoktu.
Eller beni serbest bıraktı, ona hâlâ arkam dönük olduğu halde bir yerlerde bir yanlışlık olduğunu anladım. Yabancı olan tek şey parfümü değildi, hemen algılanmasa da bir farklılık daha vardı. Öylece durdum ve dikkatimi ensemi gıdıklamakta olan saçlara verdim.
“Sen Frank değilsin,” diye fısıldadım.
“Hayır, değilim,” dedi büyük bir ilgiyle beni incelerken. “Gerçi o isimde bir kuzenim var. Sanırım beni onunla karıştırdınız bayan. Birbirimize pek de benzemeyiz.”
Bu adamın kuzeni neye benziyordu acaba? Adam Frank’in ağabeyi olabilecek kadar ona benziyordu. Aynı esneklik, düzgün kemikler, aynı keskin yüz hatları, aynı kaş yapısı, kocaman ela gözler ve alından arkaya doğru taranmış aynı siyah saçlar.
Bu adamın saçı uzundu ve onu deri bir kayışla geriye toplamıştı. Teni çingenelerin cildi gibi koyulaşmıştı. Bu aylarca, hayır, yıllarca havanın etkilerine maruz kalmış olma sonucunda oluşabilirdi, Frank’in İskoçya tatilimiz sırasında elde ettiği altın rengi teniyle alakası yoktu.
“Peki, sen kimsin?” diye inatla sordum. Kendimi giderek daha da huzursuz hissetmeye başlamıştım. Frank’in pek çok akrabası ve bağlantısı vardı, bunların İngiltere’de olanlarının hepsini tanıdığımı düşünüyordum. Onların arasında bu adama benzeyen birinin olmadığı kesindi. Frank İskoçya’da yaşayan bir akrabasının varlığından haberdar olsa, bunu bana mutlaka söylerdi. Söylemekle kalmaz onu ziyarete gitmemiz konusunda da ısrarcı olurdu, her an yanında aile bağları ile ilgili tabloları ve onlarla ilgili defterlerini yanında taşıyan Frank onunla buluşup aile geçmişi ve meşhur Kara Jack Randall’la ilgili konuşmalar yapmayı muhakkak isterdi.
Yabancı, bu sorum karşısında kaşlarını kaldırdı.
“Ben kim miyim? Aynı soruyu benim size sormam gerekir bayan, hem bu çok daha makul olur.” Gözleriyle beni baştan aşağı süzdü, silme şakayık desenli ince pamuklu elbisemi ve daha sonra da bacaklarımı uzun, garip ve saygısızca bir beğeniyle inceledi. Bu bakışların sebebini tam olarak kavrayamamıştım ama sinirim bozulmuştu. Bir iki adım geriledim, bu gerileme bir ağaca toslayınca son buldu.
Adam sonunda beni süzmeyi bıraktı ve başını diğer yana çevirdi. Sanki zorba bir el beni bırakmış gibi hissettim ve bir anda ne zamandır tutmakta olduğumu fark etmediğim nefesimi salıverdim.
Dönüp meşe fidanlarından birinin üzerine atmış olduğu ceketini aldı. Üzerindeki yaprakları temizledikten sonra giydi.
Nefesim garipleşmiş olmalıydı, yine bana döndü. Ceketi kırmızıydı, arkası uzundu ve yakasında klapaları yoktu, önünde yukarıdan aşağıya doğru bir sürü kopça vardı. Kollarının kenarına on iki santimlik meşin kaplanmıştı, omuzlarındaki apoletlerde küçük bir altın sırma parlıyordu. Bu bir asker ceketiydi, hatta bir subay ceketi. Bir anda onun da ağaçlığın diğer tarafında bulunan çekim ekibindeki aktörlerden biri olduğunu anladım. Kısa kılıcı, bu güne kadar gördüğüm aksesuarların içinde gerçeğe en yakın olanıydı.
Arkamdaki ağaca iyice yaslanarak sağlamlığını kontrol ettim. Kollarımı da göğsümün üzerinde kavuşturdum.
“Kahrolası, gerçekten kim olduğunu söyle!” diye üsteledim. Bu soruyu sorarken sesim iyice çatallanmıştı, çıkardığım bu ses benim kulaklarımı bile rahatsız etti.
Beni duymamış gibi davranıyordu, sorumu da ciddiye almamıştı. Sakin bir şekilde ceketinin kopçalarını ilikliyordu. İşini bitirdikten sonra dikkatini tekrar bana yöneltti.
Elini kalbinin üzerine koyarak önümde alaycı bir tavırla eğildi.
“Bayan, ben Kral’ın ordularının Sekizinci Alayının Komutanı Jonathan Randall. Emrinizdeyim.”
İleri fırladım ve koşmaya başladım. Meşelerin ve akçaağaçların arasında koşuyordum, göğsüm sıkışıyordu ve zor nefes alıyordum. Yoluma çıkan çalılıklar, ısırgan otları, taşlar ve devrilmiş kütüklerin beni engellemesi mümkün değildi. Arkamda bir çığlık duydum, aslında o kadar paniklemiştim ki bu çığlığın nereden geldiğini tam olarak algılamam mümkün değildi.
Bir şekilde kaçmaya devam ediyordum, ağaç dalları yüzümü ve bacaklarımı çiziyordu, ayak bileklerim deliklere ve taşlara denk geldikçe dönüp duruyordu. Mantıklı bir şekilde düşünebilecek durumda değildim, şu anki tek derdim ondan mümkün olduğu kadar uzaklaşabilmekti.
Bir anda sırtıma bir yük bindi ve büyük bir gürültüyle boylu boyunca yere serildim. Kaba eller beni sırtüstü çevirdi ve Komutan Jonathan Randall üzerimde, dizlerinin üstünde doğruldu. Nefes nefeseydi ve bu kovalamaca sırasında kısa kılıcını kaybetmişti. Darmadağın, pis ve oldukça kızgın görünüyordu.
“Bu şekilde kaçarak ne elde edeceğini sandığını sorabilir miyim?” Koyu kahverengi saçlarının bir bölümü kıvrılarak alnının üzerine düşmüştü, artık tedirgin edici bir şekilde Frank’e benziyordu.
Bana doğru eğildi ve beni kollarımdan yakaladı. Nefesi hâlâ düzelmemişti, kurtulabilmek için debelendim, bu çabam onu kendi üzerime çekmekten başka bir işe yaramadı.
Dengesini kaybetti ve boylu boyunca üzerime devrildi, beni bir kez daha yerle bir etmişti. Şaşırtıcı bir şekilde bu durum onun kızgınlığının yok olmasına sebep oldu.
“Bunu sevdin demek?” dedi kıkırdayarak. “Ben de seni mutlu etmeyi çok isterim güzel şey ama bunun için zamanlaman oldukça yanlış.” Ağırlığı kalçalarımın iyice toprağa gömülmesine sebep oluyordu, ufak bir taş sırtıma batıyor ve çok canımı acıtıyordu. Batmasını engelleyebilmek için bir kez daha kıvrandım. Bu onun kalçalarını kalçalarıma daha sert bastırmasına ve elleriyle de omuzlarımı yere sabitlemesine neden oldu. Ağzımı öfkeyle açtım.
“Sen ne halt...” diye başladım ama o üzerime eğildi ve bu itirazımı bitirmeme izin vermeyerek öpmeye başladı. Dili büyük bir teklifsizlikle dudaklarımı zorlayıp içeri girmeyi başarmıştı, geri çekip yeniden ağzımın içinde dolaştırıyordu, dilediği her şeyi yapıyordu. Sonra tıpkı başladığı gibi aniden durdu ve geri çekildi.
Yanağımı okşadı. “Bu oldukça iyiydi güzelim. Belki daha sonra uygun bir zamanda seninle gerektiği gibi ilgilenirim.”
Bu kez nefes almayı unutmadım ve onu kullandım. Direk olarak kulağının içine doğru bir çığlık attım, kulağına kızgın bir demir sokmuşum gibi yerinden sıçradı. Dizimi kaldırabilecek duruma gelmiştim, bu avantajımı kullandım ve bütün gücümle onun en hassas bölgesine vurdum. Kıvranarak arkasında duran yaprak yığınının içine devrildi.
Zor da olsa hızla ayağa kalktım. Seri bir hareketle döndü ve yanıma geldi. Bir kaçış yolu bulabilmek için dehşet içinde etrafı araştırıyordum ama İskoç Dağları’nın ortasındaki sarp granit kayalıklardan birinde sıkışıp kalmıştık. Beni kayanın içe doğru kıvrılıp kutuya benzer bir alan oluşturduğu bölümde yeniden yakaladı. Çıkışı kapatacak şekilde kollarını kayalıklara dayayarak durdu, yakışıklı, yanık yüzünde merak ve kızgınlıkla karışık bir ifade vardı.
“Yanında kim vardı?” diye üsteledi. “Frank dediğin kişi kim? Benim o isimde bir adamım yok. Bu yakınlarda yaşayan bir adam mı bu?” Alay eder gibi güldü. “Üzerinde gübre kokusu yok, yani çiftçi köylülerden biriyle değilsin. Zaten onların karşılayabileceğinden daha pahalı bir görüntün var.”
Yumruklarımı sıkarak çenemi havaya diktim. Bu soytarının aklından ne geçiyordu, ben bunların bir tanesini bile aklımdan geçirmiyordum.
“Neden bahsettiğin hakkında en ufak bir fikrim bile yok ve buradan gidebilmem için önümden ne kadar çabuk çekilirsen o kadar mutlu olurum!” Tam bir koğuş hemşiresi edasıyla konuşmaya başlamıştım. Bu tonlamamın, söz dinlemeyen inatçı hastaların ve stajyer doktorların üzerinde etkisi olurdu ama Komutan Randall’ı eğlendirmekten başka bir etkisi olmamıştı. Korku duygumu ve göğüs kafesimin içinde başlayan çarpıntıyı bastırmaya kararlıydım, korkak bir tavuk gibi davranmayacaktım.
Yavaşça başını salladı, hâlâ beni inceliyordu.
“Henüz değil güzel şey, kendi kendime sorup duruyorum,” dedi sohbet eder gibi, “senin gibi işini açık alanda halleden bir fahişe neden ayakkabı giyer? Hem de oldukça kaliteli bir ayakkabı.” Gözleriyle kahverengi mokasen ayakkabılarımı işaret ediyordu.
“Bir ne!” diye bağırdım.
Bana hiç ilgi göstermedi. Bakışlarını yüzüme çevirmişti, hızla bir adımla iyice yaklaşıp eliyle çenemi tuttu. Ben de onun bileğini yakalayıp çektim.
“Bırak beni!” Parmakları çelik gibiydi. Ondan kurtulmak için harcadığım tüm çaba boşa gitti. Yüzümü oradan oraya çevirip duruyordu, sonunda bir yerde akşamüstü güneşinin zayıf ışığının ona vurmasını başardı.
“Tam bir hanımefendinin cildi olduğuna yemin edebilirim,” diye mırıldandı kendi kendine. Öne eğildi ve kokladı. “Ve saçında Fransız kokusu var.” Yüzümü bıraktı, kızgınlıkla çenemi ovaladım, onun dokunuşunun izlerini yok etmeye uğraşıyordum. “Gerisi devamlı müşterinden elde ettiğin gelirle halledilebilir şeyler.” Düşüncelere dalmıştı. “Gerçi konuşman da bir hanımefendininki gibi.”
“Çok teşekkür ederim!” diyerek bir anda çıkıştım. “Yolumdan çekil, kocam beni bekliyor ve on dakika içerisinde geri dönmezsem beni aramaya gelecektir.”
“Ah, demek kocan var?” Yüzündeki alay dolu hayranlık ifadesi hafifçe silinir gibi oldu ama tamamıyla yok olmadı. “Pekâlâ, kocanın adını lütfeder misin bana? O nerede ve karısının bu ıssız ormanda yarı çıplak halde dolaşmasına neden izin veriyor?”
Bütün akşamüzeri boyunca bu olanları anlamlı bir yerlere oturtabilmek için kafamı deliler gibi çalıştırıp durmuştum. Mantığım bana şu ana kadar ne kadar aptalca varsayımlarda bulunduğumu ve tıpkı bu adama benzeyen Frank’in adını ona vermemin başıma daha fazla iş açacağını söylüyordu. Bu sebeple ona cevap vermeye tenezzül etmedim ve oradan çıkabilmek için onu ittim. O kaslı koluyla yolu kapadı ve diğer eliyle beni tuttu.
Yukarıdan bir yerden ani bir vızıldama duydum, bunu hızla görüşümde bir kararma ve aptal bir gürültü takip etti. Komutan Randall üzerine düşen ağırlığın etkisiyle ekose kumaştan yapılmış bir bohça gibi ayaklarımın dibine serilmişti. Bu kütleden, kahverengi kayaya benzer bir yumruk kalktı ve hatırı sayılır bir hızla yeniden aşağı indi, çıkan sesten kemikli bir çıkıntıya denk geldiği anlaşılıyordu. Komutanın saldırıya karşı koymaya çalışan parlak kahverengi çizmeli bacakları bir anda durup iki yana düştü.
Kendimi pırıl pırıl parlayan bir çift siyah göze bakarken buldum. Biraz önce Komutan Randall’ın dikkatini darmadağın eden o güçlü el şu an bir salyangoz gibi benim koluma yapışmıştı.
“Sen de kimsin?” dedim şaşkınlıkla. Eğer ona bir isim vermem gerekiyorsa, ‘kurtarıcım’ benden biraz daha kısa boylu ve oldukça ince yapılıydı. Parçalanmış gömleğinden görünen çıplak kolları ise oldukça adaleliydi, vücudu her şeye dayanıklı bir malzemeden yapılmış gibi görünüyordu. Güzel de değildi, yüzü çopurdu, kaşları düşük, çenesi de dardı.
“Buradan.” Beni kolumdan çekmeye başladı, son olayların etkisiyle aptallaşmıştım ve uysal bir tavırla onu takip etmeye başladım.
Yeni yol arkadaşım akçaağaçların arasından hızla ilerledi, kocaman bir kayanın yanından seri bir şekilde döndü ve bizi bir yola çıkardı. Azman karaçalılar ve süpürgeotları arasında zikzaklar çizerek ilerliyorduk, uzaktan görülmemiz pek mümkün değildi. Bütün bu koşullar altında o yolu şaşırmadan hızla tepeye doğru liderliğini sürdürüyordu. Tepenin diğer tarafından aşağı inmeye başladığımızda nefesimi toparlamayı başardım ve nereye gittiğimizi sormayı akıl ettim. Ondan hiçbir cevap gelmeyince yüksek sesle sorumu tekrarladım. “Nereye gidiyoruz?”
Yüzünü ekşitti, bana sarıldı ve beni yolun kenarına itti, buna hayli şaşırmıştım. İtiraz etmek üzere ağzımı açacağım sırada eliyle ağzımı kapattı ve beni yere devirip üzerime çıktı.
Yine mi! Kendimi bu durumdan kurtarabilmek için çaresizlik içinde oradan oraya debelenirken onun duyduğu şeyi ben de duydum ve bir anda durdum. Arkadan ve önden bir takım sesler geliyordu, bu seslere nal sesleri ve sıçrayan su sesleri de eklenmişti. Bu duyduğum sesler kesinlikle İngilizlerin sesiydi. Ağzımı kurtarabilmek için yine delice savaşmaya başladım. Dişlerimi eline geçiriverdim, kafatasıma bir darbe alıp ortalık karanlığa bürünmeden önce onun elleriyle salamura ringa balığı yemiş olduğunu anlayacak kadar bir zamana sahiptim.

Yabancı Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin