Uyandığımda sersem gibiydim. Bir şeylerin yolunda olmadığını hayal meyal hatırlar gibiydim ama bunların ne olduğunu hatırlayamıyordum. O kadar derin bir uykuya dalmıştım ki kim olduğumu hatırlamakta bile güçlük çekiyor ve nerede olduğumu daha az merak ediyordum. Ben sıcacıktım ama içinde bulunduğum oda buz gibiydi. Yeniden örtülerin altına gömülmeyi denedim ama beni uyandıran ses kafamı ütülemeye devam ediyordu.
“Hadi kızım! Artık kalkman lazım!” Bu ses durmadan havlayan bir çoban köpeğinin sesine benziyordu, oldukça derin ve hükmedici bir sesti. İsteksiz bir şekilde bir gözümü açınca karşımda kahverengi bir dağ gördüm.
Bu Bayan FitzGibbons’dı. Onu görür görmez bir anda her şeyi hatırladım. Demek olan biten her şey gerçekti.
Örtüye sarınarak yataktan atladım ve son hızla ateşin olduğu yere doğru ilerledim. Bayan FitzGibbons’ın hazırlamış olduğu et suyunu içtim, kendimi, bombardıman sonrası hayatta kalmış bir savaşçı gibi hissediyordum. Bu sırada Bayan FitzGibbons yatağın üzerine bir takım giysiler koyuyordu. Etek ucunda ince bir sıra dantel olan sarımsı keten uzun bir kombinezon, pamuklu bir iç eteği, kahverengi tonlarında iki tane etek ve açık limon sarısı bir korse vardı. Kahverengi çizgili yün çoraplarla, sarı terlikler kıyafeti tamamlıyordu.
İtirazlarımı duymazdan gelerek büyük bir hızla üzerimdeki yetersiz giysileri çıkardı ve yeni giysileri bana giydirdi. Geri çekilerek mutlulukla yaptığı işi seyretti.
“Sarı sana yakıştı yavrum, doğru tahmin etmişim. Kahverengi saçlarına çok yakıştı ve gözünün içindeki altın rengi ortaya çıkardı. Kıpırdama, bir de sarı kurdeleye ihtiyacımız var.” Cebini ters yüz etti ve oradan değişik kurdeleler ve birkaç parça takı çıktı.
Karşı koyamayacak haldeydim, onun saçımı tarayıp şekillendirmesine izin verdim. Buklelerimi çuhaçiçeğinden yapılmış kurdeleyle arkadan sımsıkı bağladı, bu arada saçlarımın döneme ve kadına hiç de uygun olmayan omza kadar olan uzunluğunu hiç tasvip etmediğini gıdaklayan bir sesle belirtmişti.
“Ah yavrum, saçını bu kadar kısa keserken aklından ne geçiyordu acaba? Kılık değiştirmeye mi uğraşıyordun? Bazı kadınların uzun yolculuklara çıkarken kadın olduklarının anlaşılmaması ve kırmızı urbalıların onları rahatsız etmemesi için bunu yaptıklarını duymuştum. Hanımların yollarda rahat yolculuk yapabileceği günler de gelecek.” Bir yandan konuşuyor bir yandan oramı buramı çekiştirip buklelerimi düzeltmeye devam ediyordu. Sonunda yaptığı işten iyice tatmin oldu.
“Evet, işte oldu. Biraz daha bir şeyler yiyebilmek için oldukça az zamanın var, sonra seni ona götürmem gerekiyor.”
“O da kim?” dedim. Bu sözlerimin nasıl duyulduğu umurumda bile değildi. Bu O her kimse, bana oldukça zor sorular yöneltecekti.
“MacKenzie tabi ki. Başka kim olabilir ki?”
E, başka kim olabilirdi ki? Leoch Kalesi’ndeydik, burası MacKenzie klanının arazilerinin tam ortasındaydı, bir sis perdesinin ardından bunu hatırlayabildim. Bu klanın reisi hâlâ MacKenzie’ydi. Küçük süvari grubumun buraya bir an önce varabilmek için gece boyunca yol alma sebebini şimdi anlamıştım, burası Kraliyet adamlarının onlara dokunamayacağı, son derece güvenli bir bölgeydi. Kafası çalışan hiçbir İngiliz subayı adamlarını bu klan arazilerine yönlendirmezdi. Hiçbiri, adamlarının ilk ağaçlık alanda pusuya düşürülme riskini göze almazdı. Ancak büyük bir ordu bu kapılara kadar ilerleyebilirdi. Bir yandan da tarihte İngiliz ordularından birinin buraya yaklaşmayı başarıp başarmadığını hatırlamaya çalışıyordum, bu kale beklenmedik bir şekilde hayatımda ve yakın geleceğimde önemli bir role sahip olmuştu.
Bayan FitzGibbons’ın kahvaltı etmem için getirmiş olduğu küçük ekmekleri ve yulaf lapasını yiyebilecek durumda değildim, kendime biraz daha düşünebilme zamanı kazanmak için ekmekleri ufaladım ve lapayı yiyormuş taklidi yaptım. Bayan Fitz beni MacKenzie’ye götürmek üzere geri geldiğinde ben de kabaca bir plan oluşturmuştum.Reis beni merdivenlerle çıkılan bir odada kabul etti. Burası kule odalarından biriydi, eğimli duvarlarına halılar ve resimler asılmıştı. Kalenin diğer bölümleri oldukça sade ve rahat döşenmişti, bu oda ise mobilyalar ve süs eşyalarıyla tıka basa doluydu. Dışarıda yağmur çiselemesine rağmen oda sıcacıktı ve her yerde mumlar yanıyordu. Kalenin dış duvarlarına bakan pencerelerin tümü küçüktü ama buradaki pencereler iç duvarda yer aldıkları için oldukça büyük ve gün ışığını içeri alacak büyüklükteydiler.
Odaya girer girmez dikkatimi çeken ilk şey duvarların eğimine uyacak şekilde tasarlanmış yerden tavana kadar uzanan mükemmel metal kafes oldu. Bunun içinde sakalar, kiraz kuşları, baştankaralar ve birkaç çeşit ötleğen kuşu bulunuyordu. Kafese biraz daha yaklaşınca bu tombul vücutların ve boncuk gibi parlayan gözlerin kafesin dibine özenle yerleştirilmiş hasır kaplı seramik çömleklerin içine dikilmiş meşe, kestane ve karaağaç yapraklarının arasında birer mücevher gibi durduklarını gördüm. Kuşlar neşe içinde kanatlarını çırparken bu yapraklar oynaşıyor ve onlar da mutlulukla oradan oraya uçuşuyorlardı.
“Küçük şeylerle mutlu oluyorlar öyle değil mi?” Arkamdan oldukça derin ve etkileyici bir ses gelmişti. Ona doğru dönerken yüzüme yerleştirdiğim gülümseme bir anda donuverdi.
Colum MacKenzie’nin alnı da kardeşi Dougal gibi genişti. Dougal’a korkunç bir hava kazandıran o yaşam gücü onda da vardı ama bu daha yumuşatılmış ve daha insani bir görünüm kazanmıştı, diğerininki kadar vahşi değildi. Gözleri daha koyuydu, ela değildi daha grimsi tonlardaydı. İnsana yaklaştıkça karşısındakini ele geçiren bir elektriğe sahip olmasına rağmen kendimi daha rahat hissediyordum. Tam bunu düşünmeye başladığım sırada bir anda bir şok yaşadım, bu güzel yüz ve muhteşem vücudun altında kısacık yamuk bacaklar vardı ve adam benim omzuma bile gelmiyordu.
Adam çok zekice bir taktikle gözlerini kuşlardan ayırmayarak bana kendimi toparlamam için zaman tanıdı. Onunla ilk kez karşılaşan insanların gösterdiği tepkiye çoktan alışmış olmalıydı. Odayı incelemeye devam ederken onun ne sıklıkta yeni insanlarla tanıştığını merak etmeye başladım. Burası dış dünyaya kapalı bir sığınağa benziyordu.
“Size hoş geldiniz demek isterim hanımefendi,” diyerek önümde hafifçe eğildi. “Benim adım Colum ban Campbell MacKenzie, kalenin sahibiyim. Kardeşimin anlattıklarına göre buralardan epey uzak bir yerde karşılaşmışsınız.”
“O beni kaçırdı, belki de bunu bilmek istersiniz,” dedim. Aslında bu konuşmayı dostça bir tavırla sürdürmek istiyordum ama bir an önce de buradan ayrılıp bu işe başladığım noktaya, dikilitaşların oraya dönmek istiyordum. Bana ne olduysa bunun cevabı orada yatıyordu, tabii öyle bir yer hâlâ varsa...
Şefin kalın kaşları hafifçe yukarı kalktı ve şekilli dudakları hafif bir gülümsemeyle kıvrıldı.
“Evet, doğrusunu söylemek gerekirse,” diye söze başladı beni onaylar gibi. “Dougal zaman zaman biraz düşüncesizce hareketler yapabiliyor.”
“Her neyse.” Bu konunun geçmiş zamanda kaldığını belirtir bir şekilde elimi salladım. “Bunun bir yanlış anlaşılmadan kaynaklandığını kabul etmeye hazırım. Ama beni bir an önce bulduğu yere geri götürmesini istiyorum.”
“Hımm...” Kaşları hâlâ havadaydı, bana iskemleyi gösterdi. İstemeyerek de olsa oturdum, bir yandan da başıyla hizmetlilerden birine bir hareket yaptı ve adam yavaşça kapıya yöneldi.
“Onu bize bir şeyler getirmesi için yolladım Bayan...Beauchamp, doğru söyledim, değil mi? Kardeşimin ve adamlarının sizi bulduğu anda başınızın dertte olduğunu sanıyorum.” Gülmesini engellemeye çalışıyordu, ona çıplaklığımın ne şekilde anlatıldığını çözmeye çalıştım.
Derin bir nefes aldım. Her şeyi açıklama zamanı gelmişti. Bir yandan bunu düşünüyor bir yandan da Frank’in bir zamanlar sorgulanma teknikleri ile ilgili aldığı kurs sırasında bana anlattıklarını hatırlıyordum. Burada hatırlayabildiğim kadarıyla başlıca kural mümkün olduğunca doğruyu söylemekti, sadece çok gizli olan detaylar değiştirilmeliydi. Eğitmenleri, ana hikâyeyi değiştirmek ya da yeniden bir hikâye yazmak insanın şansını azaltır demişti. Şimdi bunun ne kadar etkili bir yöntem olduğunu görecektik.
“Pekâlâ, saldırıya uğramıştım.”
Başını salladı, yüzü ilgiyle aydınlanmıştı. “Anladım, size saldıran kimdi?”
Doğruyu söyledim. “İngiliz askerleri. İşin aslında Randall adında bir adam.”
Bu adı duyar duymaz adamın asil yüzü değişiverdi. Hâlâ ilgiyle beni dinlermiş gibi duruyordu ama dudaklarının kenarında derinleşen çizgiler ve duruşlarındaki değişiklik bu ismi çok iyi bildiğini gösteriyordu. MacKenzieler’in reisi biraz daha arkasına yaslandı ve ellerini yüzünün önünde birleştirdi. Ellerinin arkasından beni izlemeye devam ediyordu.
“Anladım, biraz daha anlatın.”
Anlatmaya başladım. İskoçlarla Randall’ın adamlarının arasındaki karşılaşmayı detaylarıyla anlattım. Bunu zaten Dougal’dan kontrol edebilirdi. Randall’la aramda geçen konuşmayı ana hatlarıyla anlattım, Murtagh’ın ne kadarına tanık olduğunu bilmiyordum.
Büyük bir dikkatle beni dinlemeye devam etti.
“Bunu da anladım ama oraya nasıl gittiniz? Orası Inverness yolundan hayli uzak, oradan gemiye bineceğinizi söylemiştiniz sanırım.” Başımla onaylayarak derin bir nefes daha aldım.
İşte şimdi hikâyenin yaratıcı kısmına gelmiştik. Keşke Frank’in eşkıyalar hakkında anlattıklarını daha dikkatli bir şekilde dinlemiş olsaydım diye düşünmeden edemedim ama elimden gelenin en iyisini yapacaktım. Ben Oxfordshire’den dul bir kadınım (şu an için bu pek de yalan sayılmazdı), diye başladım. Uşağımla birlikte Fransa’daki akrabalarımı ziyarete gitmek için (bu da oldukça güvenli bir seçimdi) yola çıkmıştım. Eşkıyalar yolumuzu kesmişti, uşağım ya öldürülmüştü ya da kaçmıştı bilmiyordum. Ben atımla ağaçların arasına kaçmıştım ama beni kısa sürede bulmuşlardı. Onlardan bir kez daha kaçmayı başarmıştım ama atımı ve eşyalarımı orada bırakmak zorunda kalmıştım. Ormanda dolanırken de Komutan Randall ve adamlarına yakalanmıştım.
Uydurduğum hikâyeden hoşnut kalmıştım, arkama yaslandım. Basit ve pek çok noktası kontrol edilebilir bir hikâyeydi. Colum’un yüzünde kibar bir ilgiden başka bir ifade belirmemişti. Tam bana bir soru sormak için ağzını açmıştı ki kapı tarafından bir hışırtı geldi. Avluya vardığımızda orada durmakta olan adamlardan birinin elinde deri bir kutuyla orada durduğunu gördüm.
Reis MacKenzie özür dileyerek beni kuşlarla birlikte orada bıraktı ve bu ilginç konuşmaya devam etmek üzere hemen geri döneceğini söyledi.
Kapı onun ardından kapanır kapanmaz kitaplığa ilerledim ve parmaklarımı deri ciltlerin üzerinde gezdirmeye başladım. Bu rafın üzerinde iki düzineden fazla kitap vardı, karşı duvarda bir o kadar daha vardı. Hızla her kitabın ilk sayfasını açmaya başladım. Bazılarının üzerinde basım tarihi yoktu, var olanlarınki de 1720 ile 1742 arasındaydı. Colum MacKenzie lüksü seviyordu ama odanın hiçbir yerinde antika eşya yoktu. Zaten kitapların ciltleri yeniydi, sayfalarında da çatlama ya da sararma yoktu.
Vicdanımın sesine kulak vermeden utanmaz bir tavırla zeytin ağacından yapılmış masanın üzerini ve gözlerini karıştırmaya başladım ama kulağım kapıdaydı.
Aradığım şeyi ortadaki çekmecede buldum. Bu akıcı bir el yazısıyla ama noktalama işaretlerine bakılmaksızın yazılmış garip bir mektuptu, yarım bırakılmıştı. Kâğıt yeni, üzerindeki mürekkep de simsiyahtı. Okunur ya da okunmaz olması üzerindeki tarihi gördüğümde bir anda önemini yitirdi, gözlerim yuvalarından fırlamıştı, bu tarih 20 Nisan 1743’ü gösteriyordu.
Colum birkaç dakika sonra geri döndüğünde konuğunu pencerelerin önünde ellerini kucağında bağlamış otururken buldu. Oturuyordum çünkü bacaklarım beni taşımıyordu. Ellerimi birbirine kavuşturma sebebim de titremelerini gizlemekti, öylesine titriyorlardı ki mektubu yerine koymam çok zor olmuştu.
Elinde, içinde bira kupaları ve ballı yulaflı kekler bulunan bir tepsi vardı. Onları sadece didiklemekle yetindim çünkü şu an midem hiçbir şeyi kaldıracak durumda değildi.
Yokluğundan dolayı kısa bir özür diledikten sonra başıma gelenlere ne kadar üzüldüğünü söyledi. Sonra arkasına yaslandı, beni süzdü ve sonunda sorusunu sordu. “Ben hâlâ kardeşimin adamlarının sizi nasıl bulduklarını merak ediyorum. Eşkıyaların sizi taciz etmeme sebebi, sizin için fidye istemeyi planlamaları olabilir. Hakkında pek çok şey duymuş olmama rağmen İngiliz ordusundan bir subayın bir yolcuya tecavüz etmek isteme alışkanlığı olduğunu duymak beni hayli şaşırttı.”
“Öyle mi? Onun hakkında ne duyduğunuzu bilemem ama size bunu yapabilme yeteneğine sahip olduğunu söyleyebilirim,” diye hırladım. Hikâyemi planlarken giysilerimin nasıl o hale gelmiş olduğunu da detaylandırmıştım, Murtagh’ın bizi ne kadar zamandır izliyor olduğunu gerçekten bilmiyordum.
“Anladım, maalesef bu mümkün olabilir demek zorundayım. Bu adamın oldukça kötü bir ünü var.”
“Mümkün mü? Bu da ne demek? Size anlattıklarıma inanmıyor musunuz?” MacKenzieler’in reisi şüphe eder gibi görünüyordu.
“Size inanmadığımı söylemedim hanımefendi, ama yirmi yıldan fazla bir zaman klan liderliği yapmak bana, bana söylenen her hikâyeye inanmamam gerektiğini öğretti.”
“Pekâlâ, size anlattığım kişi olmadığıma inanıyorsanız, hangi lanet olasıca delikten çıktığımı düşünüyorsunuz sorabilir miyim?” diye üsteledim.
Bir an gözlerini kırpıştırdı, kullandığım kelimeler onu şaşırtmıştı. Hemen kendini topladı ve yüzü yeniden kasıldı.
“Bunu, zaman içinde göreceğiz. Bu arada sizi Leoch kalesinde misafirimiz olarak ağırlayacağız.” Elini hafifçe havaya kaldırdı, kapının önünde beklemekte olan hizmetli beni odama götürmek üzere yanıma geldi.
Colum bu sözleri sarf etmemişti ama kapı arkamdan kapandığında bu sözler benim kulaklarımda çınlıyordu.
“Senin kim olduğunu bulana kadar...”
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yabancı
RomanceSene 1945. Eski bir savaş hemşiresi olan Claire Randall, evine dönmüştür. Tekrar bir araya geldiği eşiyle ikinci bir balayına çıkar. Salisbury Düzlüğü'nde bulunan tarihi taş çemberini ziyaret ederler. Bu taşlardan birine dokunan Claire birden kendin...