Yatağa giden yolu nasıl bulduğumu hiç hatırlamıyordum ama bulmuş olmalıydım çünkü orada uyandım. Anselm camın önünde oturmuş kitap okuyordu.
Yatakta doğruldum. “Jamie?”
“Uyuyor,” dedi kitabı yanına koyarak. Masanın üzerindeki saatli muma baktı. “Tıpkı sizin gibi... Otuz altı saattir melekler gibi mışıl mışıl uyuyorsunuz güzelim.” Sürahiden bardağı doldurup dudaklarıma uzattı. Bir zamanlar diş bile fırçalamadan yatakta şarap içmek bana dünyanın sonu gibi gelirdi. Manastırda bir Fransisken eşliğinde bunu yapmak durumu daha hoş görülür bir hale getiriyordu. Şarap ağzımdaki tadı yok etmişti.
Ayaklarımı yatağın yanına sallandırıp oturmaya çalıştım ama duramadım. Anselm beni kolumdan yakalayıp yeniden yastıklara dayadı. Bir anda karşımda dört göz, birkaç burun ve ağız görmeye başlamıştım, bunlar olması gerekenden fazla gibi görünüyorlardı.
“Biraz başım döndü,” diyerek gözlerimi yumdum. Sonra birini açtım. Böylesi daha iyiydi.
Kenarları biraz bulanık da olsa tek kişiye dönüşmüştü.
Anselm ilgili bir tavırla bana doğru eğildi.
“Ambrose ya da Polydore kardeşlerden birini çağırayım mı? Hâlâ tıp hakkında pek fazla bilgi sahibi değilim.”
“Hayır, hiçbir şeye ihtiyacım yok. Sadece birdenbire ayağa kalkmaya çalıştım.” Yeniden denedim, bu kez daha yavaş ve dikkatliydim. Bu sefer oda ve eşyalar bir önceki sefere göre daha az hareket ediyordu. Biraz önce baş dönmesinden ötürü görmemiş olduğum bir sürü çürük ve yara fark ettim. Boğazımı temizlemeye çalıştım ama çok acıdı. Yüzümü buruşturdum.
“Bak hayatım, bence...” Anselm yardım getirmek üzere kapıya doğru ilerlemeye başlamıştı. Çok endişelenmişti. Gözlerimi masanın üzerinde duran aynaya çevirdim ve hemen vazgeçtim. Buna henüz hazır değildim. Şarap sürahisine uzandım.
Anselm yavaşça geri dönüp beni incelemeye başladı. Bayılmayacağımdan emin olunca yerine oturdu. Ben de yavaşça şarabımı yudumlayıp kafamı toplamaya çalıştım. Afyonun etkilerinden sıyrılmaya çalışıyordum. Her şeye rağmen hayattaydık. İkimiz de.
Çok karmaşık, şiddet ve kan dolu rüyalar görmüştüm. Rüyalarımda Jamie ya ölüydü ya da ölüyordu. Sislerin ardında, karın ortasında duran bir çocuk görüyordum, şaşkın yuvarlak yüzünde Jamie’nin bereli ve hırpalanmış görüntüsünü görüyordum. Bu yüzde bazen de Frank’in yüzünü görmüştüm, buna arada bir ince bir bıyık ekleniyordu. Üçünü de öldürüyordum. Bütün geceyi herkesi kesip kasaplık yaparak geçirmiştim, bütün kaslarım gerilmişti ve ağrıyordu.
Anselm ellerini dizlerine koymuş, konuşmadan sabırla beni seyrediyordu.
“Benim için yapmanızı istediğim bir şey var, Peder,” dedim.
Ayağa kalkıp sürahiye uzandı.
“Elbette. Şarap mı koyayım?”
Bitkinlikle gülümsedim.
“Evet, ama daha sonra. Şimdi günah çıkarmamı dinlemenizi istiyorum.”
İrkildi ama hemen toparlanıp elbiselerinin ona verdiği havaya büründü.
“Elbette, güzel madam. Eğer dileğiniz buysa yaparım. Ama size Rahip Gerard’ı getirsem daha iyi olmaz mı? O bu işin ustasıdır, bense...” omuz silkti, “günah çıkarmama izin var ama bunu çok az yapıyorum, yeterince eğitimim yok.”
“Sizi istiyorum,” dedim, kararım kesindi. “Ve bunu şimdi yapmak istiyorum.” Derin bir iç geçirdikten sonra şalını almaya gitti. Mor ipeği boynuna yerleştirdikten sonra tabureye oturup beni kutsadı ve beklemeye başladı.
Ona her şeyi anlattım. Kim olduğumu, nereden geldiğimi, Frank’i, Jamie’yi. Karın ortasında öldürdüğüm genç süvariyi.
Ben konuşurken yüzünde hiçbir tepki oluşmadı. Kahverengi yuvarlak gözleri biraz büyümüştü. Bitirdiğim zaman birkaç kez gözlerini kırptı, bir şeyler söyleyecekmiş gibi ağzını açtı ve yeniden kapattı, bu hareketi yok etmek ister gibi başını salladı.
“Hayır,” dedim sabırla. Boğazımı temizledim, sesim bir kurbağa gibi çıkıyordu. “Buna benzer bir şey duymamışsınızdır. Bunu hayal bile edemezsiniz. Şimdi neden bunu günah çıkarma adı altında yaptığımı anlayabiliyor musunuz?”
Düşünceli bir tavırla başını salladı.
“Evet, evet... Bundan emin olabilirsiniz. Eğer... Yani... Ama evet. Bunu bir başkasına anlatmamı istemediğiniz için böyle yaptınız ve bu arada anlattıklarınıza inanmamı istediğiniz için de bunu bu şekilde yaptınız. Ama...” Kafasını kaşıdıktan sonra bana baktı. Dudaklarında kocaman bir gülümseme belirdi.
“Ama bu harika bir şey! Olağanüstü ve harika!”
“Harika benim durumu ifade etmek için seçeceğim bir kelime olmazdı, olağanüstü ise kesinlikle doğru.” Öksürerek şaraba uzandım.
“Ama bu... Bu bir mucize,” dedi, kendi kendine konuşuyordu.
“Madem ısrar ediyorsunuz,” dedim iç geçirerek. “Bilmek istediğim şey şu, ne yapmalıyım? Cinayetten suçlu muyum? Ya da zinadan? İki konuda da başka seçeneğim yoktu ama yine de bilmek istiyorum. Artık burada olduğuma göre nasıl davranmalıyım? Yani bildiklerim bir şeylerin oluşumunu değiştirir mi? Böyle bir şeyin olup olmayacağını dahi bilmiyorum ama oluyorsa buna hakkım var mı?”
Düşünerek taburesinde sallanmaya başladı. İşaret parmaklarını havaya kaldırdı, onları birbirine değdirdi ve uzun bir süre onlara baktı. Sonunda başını kaldırarak gülümsedi.
“Bilmiyorum. Takdir edersiniz ki bu itirafları duymaya hiç hazır değildim. Düşünüp dua etmeliyim. Kesinlikle dua etmeliyim. Bu gece bekçiliğim sırasında bu konuyu düşüneceğim. Belki yarın bir tavsiyede bulunabilirim.”
Eliyle diz çökmem gerektiğini gösterdi.
“Seni şu anda tüm günahlarından arındırıyorum. Ne günah işlemiş olursan ol, inancın onların affedilmesini sağlayacaktır.”
Bir elini başıma koyup diğerini beni kutsamak üzere havaya kaldırdı. “Te absolvo, in nomine Parti, et Filii...”
Beni ayağa kaldırdı.
“Teşekkür ederim, peder.” İnanmayan biri olarak ona günah çıkarmış ve beni ciddiye almaya zorlamıştım, buna rağmen içimde bir hafiflik hissediyordum. Bu belki de birine gerçekleri anlatmış olmamdan kaynaklanıyordu.
İşimizin bittiğini bildirir gibi bir hareket yaptı. “Sizi yarın göreceğim, sevgili madam. Şimdilik dinlenmenizi rica ediyorum.”
Şalını çıkararak kapıya ilerledi. Orada durup bana döndü. Gözleri küçük bir çocuğunkiler gibi parlıyordu.
“Belki siz de yarın... Yani bana nasıl bir şey olduğunu...”
Ona gülümsedim.
“Evet, peder. Anlatırım.”
O yanımdan ayrılınca sendeleyerek koridora çıkıp Jamie’yi görmeye gittim. Ondan daha iyi durumda olan pek çok ceset görmüştüm, neyse ki göğsü inip kalkıyordu ve tenindeki yeşillik yok olmuştu.
“Onu birkaç saatte bir uyandırıp birkaç kaşık et suyu içiriyorum.” Roger Kardeş dirseğimi tutmuş kısık sesle anlatıyordu. Gözlerini hastadan bana çevirince hafifçe irkildi. Sanırım saçımı taramam gerekiyordu. “Eee, belki de size de biraz...”
“Hayır, teşekkür ederim. Biraz daha uyursam yeterli olur.” Artık kendimi suçlu ya da depresyondaymış gibi hissetmiyordum, omuzlarımdan büyük bir yük kalkmıştı, biraz başımın dönmesi önemli değildi. Bu itiraftan ya da şaraptan kaynaklanıyordu ama bir an önce yatağıma geri dönmek istiyordum.
Jamie’nin üzerine eğildim. Sıcaktı ama ateşi yoktu. Yavaşça elimi saçlarında gezdirdim. Dudağının kenarında bir hareketlenme oldu ve sonra durdu. Gülümsemişti. Bundan emindim.
***
Hava çok soğuk ve rutubetliydi, gökyüzünde gri bir boşluk vardı, bu boşluk uzaktaki karlı tepelerin üzerinde koyu bir sis bulutuna dönüşüyordu. Manastır kirli bir kumaşa sarınmış gibiydi. Bu karanlık ve sessizlik burada yaşayanların üzerine de bir ağırlık çöktürmüştü. Dua saatlerinde söylenen ilahiler susmuştu, gri taş duvarlar sesleri ve günlük koşuşturmaları yutuyordu sanki.
Jamie iki gün daha uyudu, aralarda et suyu ve şarap içip yeniden uyuyordu. O ilk uyanıştan sonra sağlıklı bir insana dönüşmüş ve yaraları son hızla iyileşmeye başlamıştı. Özgürlüğüne kavuşmuş, gücünü geri kazanmıştı. Diğer bir deyişle yirmi dört saat şımartılmaya alışmış, alıngan, sinirli, huysuz, huzursuz ve sevimsiz bir adama dönüşmüştü.
Omuzlarındaki kesikler acıyor, bacaklarındaki yaralar kaşınıyordu. Karnının üzerine yatmaktan sıkılmıştı. Oda sıcaktı. Eli acıyordu. Mangalın dumanı gözlerini yakıyordu ve bu yüzden kitap okuyamıyordu. Et suyu, baharatlı şarap ve süt içmekten bıkmıştı. Et istiyordu.
Bunlar iyileşme belirtileriydi ve duymak hoşuma gidiyordu, pek çoğuna da hazırlıklıydım ama aşırıya kaçmaya başlamıştı. Pencereyi açtım, çarşaflarını değiştirdim, sırtına kadife çiçeği merhemi sürdüm, bacaklarını aloe suyuyla ovdum. Ona daha fazla et suyu getirttim.
“Bu bulaşık suyunu istemiyorum! Ben yemek istiyorum!” Önündeki tepsiyi hızla itince çorbanın bir kısmı peçetenin üzerine döküldü. Çok zayıftı, bir korkuluğa benziyordu, çenesi ve elmacık kemikleri iyice ortaya çıkmıştı. İyileşiyordu ama midesinin tam olarak iyileşmesi için biraz daha zamana ihtiyacı vardı. Bazen et suyu ve sütü bile orada tutmayı başaramıyordu.
“Ben yiyebileceğini söylediğim zaman yemek getirecekler,” dedim ona, “bunu beklemek zorundasın.”
“Ben şimdi istiyorum! Bana ne yiyebileceğimi söyleme hakkına sahip olduğunu mu düşünüyorsun?”
“Evet, lanet olasıca aynen öyle düşünüyorum! Burada doktor benim, hatırlatmak isterim.”
Ayaklarını yatağın kenarından sallandırarak ayağa kalkmaya hazırlandı. Elimi göğsüne koyup onu geriye ittim.
“Senin işin yatakta kalmak. Hayatında bir kez olsun sana söylenen şeyi yap. Henüz ayağa kalkacak kadar sağlam değilsin. Miden katı şeyleri kaldıramaz. Roger Kardeş bu sabah kustuğunu söyledi.”
“Roger Kardeş kendi işine baksın, sen de,” dedi dişlerinin arasından, kalkmak için debeleniyordu. Uzanıp masanın kenarını tuttu ve tüm gücünü kullanarak ayağa kalktı, sallanarak ayakta durmaya başladı.
“Hemen yatağına dön! Düşeceksin!” Bembeyaz olmuştu, bu küçücük çaba bile ter içinde kalmasına yetmişti.
“Dönmeyeceğim! Düşersem de bu benim sorunum.”
Bu kez gerçekten çok öfkelenmiştim.
“Ah, öyle mi? Senin sefil hayatını, senin yerine kurtarmaya çalışanın kim olduğunu sanıyorsun? Bunu tek başına mı yaptın?” Onu yatağa götürmek için koluna yapıştım ama kolunu çekti.
“Senden böyle bir şey yapmanı istediğimi hatırlamıyorum. İstedim mi? Sana beni bırakmanı söyledim. Ayrıca hayatımı beni açlıktan öldürmek için mi kurtardın? Böylesi mi hoşuna gidiyor?”
Bu kadarı gerçekten fazlaydı.
“Pis, nankör!”
“Cadaloz!”
Olduğum yerde dimdik durup elimle yatağı gösterdim. Hemşirelik yıllarında öğrendiğim otoriter havaya büründüm. “Hemen o yatağa dönüyorsun, seni inatçı, aptal, keçi...”
“İskoç,” diyerek cümlemi tamamladı. Kapıya yürümeye başladığı anda tabureye tutundu, düşmek üzereydi. Küfür ederek üzerine çöktü. Başı dönüyordu ve gözleri pırıltısını kaybetmeye başlamıştı. Ellerimi yumruk yapıp ona ateş püsküren gözlerle baktım.
“Pekâlâ,” dedim. “Pekâlâ, lanet olasıca sana ekmek ve et getireceğim, kustuktan sonra oradan tek başına kalkıp pisliğini kendin temizleyeceksin! Bunu ben yapmayacağım, Roger Kardeş yapmaya kalkışırsa onun da derisini yüzeceğim!”
Fırtına gibi koridora çıktım ve kapıyı çarparak kapattım. Diğer taraftan porselen sürahi kapıya fırlatılmıştı. Etrafıma baktım, gürültüyü merak edip gelen herhangi bir izleyici olup olmadığını kontrol ediyordum. Roger Kardeş ve Murtagh yan yana durmuş kızarmış yüzüme bakıyorlardı. Roger telaşlı görünüyordu, Murtagh’ın yüzünde hafif bir gülümseme vardı, kapının arkasından duyduğu konuşmalar hoşuna gitmişti, bunlar hâlâ İskoçça devam ediyordu.
“Kendini daha iyi hissettiği kesin,” dedi mutlu mutlu. Sırtımı duvara yasladım, yüzümde hafif bir gülümseme belirmeye başlamıştı
“Evet,” dedim. “Öyle.”
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yabancı
RomanceSene 1945. Eski bir savaş hemşiresi olan Claire Randall, evine dönmüştür. Tekrar bir araya geldiği eşiyle ikinci bir balayına çıkar. Salisbury Düzlüğü'nde bulunan tarihi taş çemberini ziyaret ederler. Bu taşlardan birine dokunan Claire birden kendin...