Bir arada ve Leoch’dan uzakta olmaktan çok mutluyduk, bir süre hiç konuşmadık. Donas düzlükte hiç zorlanmadan bizi taşıyordu, kollarımı Jamie’nin beline dolamış, yanaklarımı onun güneşten ısınmış sırtına dayamış arada sırada oynayan kaslarını hissederek keyifle ilerliyordum. Karşımıza çıkacak her problemle savaşabilirdik, birlikteydik. Sonsuza kadar. Bu yeterliydi.
Mutluluğun ilk şoku arkadaşlığımızın içinde eridi ve yeniden konuşmaya başladık. Önce geçtiğimiz yerlerden bahsettik. Sonra benden ve nereden geldiğimden... Anlattığım modern yaşam koşulları onu çok etkilemişti, bir kısmı da masal gibi geliyordu. Özellikle arabalar, tanklar ve uçaklar hakkında anlattıklarım çok ilgisini çekti, bana hepsini ince ince anlattırdı. İkimiz de anlaşmış gibi Frank’ten bahsetmemeye özen gösteriyorduk. Artık tam anlamıyla kırsal bölgedeydik, konu döndü dolaştı ve içinde bulunduğumuz zamana geldi; Colum, kale, geyik avı ve Dük’e.
“Hoş bir adam gibi duruyor,” dedi Jamie. Yol şartları ağırlaşınca attan inmiş yanımda yürümeye başlamıştı, bu konuşmamızı daha da kolaylaştırmıştı.
“Ben de aynı şekilde düşünüyorum, ama...”
“Evet, bugünlerde insanlara ilk görüşte güvenilmeyeceğini gayet iyi biliyorum,” dedi. “Yine de onunla iyi anlaştık. Akşamları av kulübesinde ateşin karşısında birlikte oturduk. Göründüğünden daha akıllı, sesinin onu nasıl gösterdiğinin farkında ve bunu kendini daha aptal göstermek için bilinçli olarak öyle kullanıyor. Bu sırada gözlerinin arkasında bir yerlerde kafasının tıkır tıkır işlediğini görebilirsin.”
“Hmmm. Benim korktuğum yanı da bu zaten. Ona... Ona söyledin mi?”
Omuz silkti. “Biraz. Zaten önceden adımı biliyordu.”
O zaman olanları hatırlayıp bir kahkaha attım. “O zaman olanlardan da konuştunuz mu?”
Sırıttı, rüzgâr saçlarını yüzüne doğru uçuşturuyordu.
“Ah, biraz. Bana hâlâ midemdeki sorunun devam edip etmediğini sordu. Gülmemeye çalışarak hayır demeye çalıştım ama o sırada bir sancılanma hissettiğimi söyledim. Gülerek, umarım bu güzel eşini rahatsız etmiyordur, dedi.”
Ben de güldüm. Şu an için Dük’ün hayatımızda çok fazla bir önemi yoktu. Günün birinde olabilirdi.
“Ona biraz anlattım,” diye devam etti Jamie. “Kanun kaçağı olduğumu ama aslında söylenen suçu işlemediğimi ve bunu ispatlama şansımın olduğunu söyledim. Konuyla ilgilenmiş gibi göründü ama ona içinde bulunduğum koşulları anlatırken her şeyi söylemedim, kafama ödül biçilmiş olduğunu söyledim sadece. Geri kalanı söyleyecek kadar ona güvenip güvenmemeye karar vermeye çalışırken Yaşlı Alec onu şeytan kovalıyormuş gibi kampa girdi, biz de Murtagh’la hemen oradan ayrıldık.”
“Murtagh nerede?” diye sordum. “Seninle birlikte gelip Leoch’a mı gitti?” Bu küçük adamın Colum’un ya da Cranesmuir halkının eline düşmemiş olduğunu umuyordum.
“Benimle birlikte yola çıktı ama atı Donas’a yetişemiyordu. Evet, bu küçük oğlan, mükemmel bir şeytan, kadifem benim.” Onun parlak ve yumuşak boynuna vurdu, Donas homurdanarak yelesini savurdu. Jamie bana bakıp gülümsedi.
“Murtagh için canını sıkma. O küçük neşeli kuş kendisine bakabilecek kapasitededir.”
“Neşeli mi? Murtagh?” Bu kelime Murtagh’a hiç uymayan bir tanımdı. “Onun bugüne kadar gülümsediğini bile görmedim, sen gördün mü?”
“Evet, en az iki kez gördüm.”
“Onu ne kadar zamandır tanıyorsun?”
“Yirmi üç yıl oldu. O benim vaftiz babam.”
“Bu durumu biraz açıklıyor. Onun benim için üzüldüğünü hiç sanmıyorum.”
Jamie bacağımı okşadı. “Elbette üzüldü. Seni seviyor.”
“Sana inanmak isterim.”
Son olayları da konuşmuştuk, derin bir nefes aldım ve çok merak ettiğim şeyi sormak için güç topladım.
“Jamie.”
“Evet.”
“Geillis Duncan. Onu... Onu gerçekten yakacaklar mı?”
Kaşlarını çatarak bana baktı ve başıyla onayladı.
“Sanırım. Bebek doğduktan sonra bunu yaparlar. Canını sıkan bu mu?”
“Biri o. Jamie şuna bak.” Elbisemin kolunu yukarı sıvamaya çalıştım başaramayınca omzumdan aşağı kaydırıp ona aşı izimi gösterdim.
“Aman Tanrım,” dedi yavaşça ona anlattıktan sonra. Gözlerini bana dikti. “O zaman bu yüzden... O da senin zamanından mı?”
Çaresizlikle omuz silktim. “Bilmiyorum. 1920’lerden sonra doğmuş gibi görünüyor; aşılama zorunluluğu o tarihlerde geldi.” Arkama dönüp baktım ama bulutların altında uzanan kayalar Leoch’la aramıza girmişti. “Sanırım bunu hiç... Hiç öğrenemeyeceğim.”
Jamie Donas’ın dizginlerini alıp onu kenardaki akarsuyun yanındaki ufak bir çamlık bölgeye doğru çekti. Beni belimden tutup attan indirdi.
“Onun için üzülme,” dedi beni kollarında tutarken. “O kötü bir kadın, cadı olmayabilir ama kocasını öldürdü, yalan mı?”
“Evet,” dedim, Arthur Duncan’ın son bakışları aklıma gelince ürperdim.
“Onu neden öldürdüğünü hâlâ anlamış değilim,” dedi başını sallayarak, sorunun ne olduğunu çözememişti. “Parası vardı, iyi bir mevkideydi. Onu dövdüğünü de hiç sanmıyorum.”
Ona hayret dolu gözlerle baktım.
“Senin iyi koca tanımın bu mu?”
“Eee, evet,” dedi alnını kırıştırarak. “Daha başka ne isteyebilir ki?”
“Daha başka ne mi?” Çok şaşırmıştım, bir süre ona baktım, sonra gülerek onu çimlerin üzerine çektim.
“Komik olan ne? Ben bunun bir cinayet olduğunu düşünüyorum.” O da gülmeye başladı ve kolunu bana doladı.
“Düşünüyordum da,” dedim burnumdan garip sesler çıkararak, “eğer senin iyi koca tanımın, paralı, iş sahibi ve karısını dövmeyen bir adamsa... Bu durumda sen ne oluyorsun?”
“Ahh,” diyerek sırıttı. “Saksonyalı ben hiçbir zaman iyi bir koca olduğumu söylemedim, ayrıca sen de böyle bir şey söylemedin. Bana sadist ve terbiyemin şu anda tekrarlamama müsaade etmeyeceği şeyler söyledin ama iyi koca dediğini hiç hatırlamıyorum.”
“İyi. Seni siyanürle zehirlememe gerek yok o zaman.”
“Siyanür mü?” Merakla bana baktı. “O ne?”
“Arthur Duncan’ı öldüren şey. Çok hızlı ve kuvvetli bir zehir. Benim dönemimde herkes bilir ama şu an bilinmiyor.” Dalgın dalgın dudaklarımı yaladım.
“Dudaklarımda hâlâ tadı vardı, o kadarcık miktar bile yüzümün uyuşmasına yetmişti. Gördüğün gibi hemen etki eder. İşin aslında o zaman anlamam gerekirdi, Geilie’den bahsediyorum. Bunu şeftali çukurlarından ya da kiraz taşlarından çıkardığını düşünüyorum, şeytani bir düşünce.”
“Sana bunu neden yaptığını anlattı mı?” İçimi çekip ayaklarımı yere sürttüm. Ayakkabılarım göldeki tepişme sırasında kaybolmuştu, ayağıma yapışmış otları temizledim, ayaklarım henüz Jamie’ninkiler kadar sertleşmemişti.
“Onu ve daha fazlasını anlattı. Heybede yiyecek bir şeyler varsa getir de yiyelim ben de bu arada anlatırım.”
***
Ertesi gün Broch Tuarach vadisine girdik. Yamaçtan aşağı inerken bize doğru gelen bir atlı gördüm. Cranesmuir’den ayrıldığımızdan beri gördüğüm yegâne insandı.
Bize yaklaşan adam gayet iyi giyimli ve zengin görünümlüydü. Pantolonunun üzerine uzun kuyruklu, gri şayak bir ceket giymişti.
Haftanın büyük bir bölümünü yolda geçirmiştik, dışarıda uyuyup, soğuk sularda yıkanıp, tavşan eti ya da Jamie’nin avladığı balıkları yiyerek karnımızı doyurmuştuk. Bunlara benim topladığım bir takım ot ve yemişler eşlik etmişti. Bunları yaparken yorulmuştuk ama kaledekinden daha doğru bir şekilde beslenmiş olduğumuz kesindi.
Doğa bize iyi bir beslenme imkânı sunmuştu ama görüntümüze iyi bir katkısı olduğunu söyleyemeyecektim. Bize yaklaşan bu adam görünüşümüze bakıp kaşlarını çattı ve bir anlık tereddütten sonra atını üzerimize doğru yavaşça sürdü, bu arada bizi inceliyordu.
Yolun çoğunu yürüyerek gelmiş olan Jamie de iğrenç durumdaydı. Çorapları dizlerine kadar toza batmıştı, dallar gömleğini parçalamış, bir haftadır kesemediği sakalları iyice uzamıştı.
Son aylarda saçları da uzayıp omuzlarına kadar varmıştı. Genellikle atkuyruğu olarak topladığı saçları açıktı, düzensiz iri bukleler halinde uzanan saçlarının arasında küçük yapraklar vardı. Yüzü iyice yanmıştı, ayakkabıları yürümekten şekil değiştirmişti, kaması ve kılıcı her zamanki gibi belindeydi, tam bir vahşi dağlıya benziyordu.
Benim de Jamie’den aşağı kalır yanım yoktu. Elbisemden kalanların üzerine Jamie’nin en iyi gömleğini giymiştim. Ayaklarım çıplaktı, şalını da başıma sarmıştım. Saçım zaten havanın nemine isyan etmişti, tarağım olmadığı için iyice kötü bir görünüme bürünmüştü. Kalede kaldığımız süre zarfında iyice uzamış, omuzlarımdan aşağı dökülüyorlardı, rüzgâr esince de ne yana gittikleri belli olmuyordu.
Buklelerimi gözlerimin önünden çekmeye çalışıp adamın bize yaklaşmasını izlemeye başladım. Jamie onu görünce atımızı durdurup konuşma mesafesine gelmesini bekledi.
“Bu Jock Graham,” dedi bana, “yukarıdan Murch Nardagh’dan.”
Adam birkaç metre ötemizde dizginlerini çekerek durdu ve dikkatle bize bakmaya başladı. Gözlerinin üzerinde yağ kesecikleri vardı, bu gözleri şüpheyle kısarak bakmaya devam etti ve birdenbire kocaman açtı.
“Lallybroch?” dedi, inanamıyordu.
Jamie onu onayladı. Tavrında garip bir asalet ve gurur vardı, elini bacağımın üzerine koydu ve, “Eşim, Lallybroch’un hanımı,” dedi.
Jock Graham’ın ağzı beş karış açık kalmıştı, hızla kendini toplayıp saygılı bir tavır takındı.
“Ah... Hanımefendi,” diyerek şapkasını çıkarıp bana doğru eğildi. “Sanırım eve gidiyorsunuz, öyle değil mi?” Bakışlarını yemişlerden lekelenmiş ve dizime kadar açıkta kalmış bacaklarımdan ayırmaya çalışıyordu.
“Evet.” Jamie Bana Broch Tuarach’ın girişi olduğunu söylediği geçide baktı. “Son zamanlarda oraya gittin mi Jock?”
Graham gözlerini Jamie’ye çevirdi. “Ne? Ah evet, evet... Oradaydım. Hepsi çok iyi. Sizi gördüklerine çok mutlu olacaklar. Sonra görüşürüz Fraser.” Hızla atını mahmuzladı ve vadiye doğru ilerlemeye başladı.
Onun arkasından bakmaya devam ettik. Birkaç yüz metre ötemizde durdu. Bize doğru dönüp, ellerini ağzının iki yanına götürüp bağırdı. Sesi rüzgâra karşı bağırdığı için biraz zor duyuldu ama söylediğini anlayabildik.
“Eve hoş geldiniz!”
Ve hızla gözden yok oldu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yabancı
RomanceSene 1945. Eski bir savaş hemşiresi olan Claire Randall, evine dönmüştür. Tekrar bir araya geldiği eşiyle ikinci bir balayına çıkar. Salisbury Düzlüğü'nde bulunan tarihi taş çemberini ziyaret ederler. Bu taşlardan birine dokunan Claire birden kendin...