Margaret’in doğumunun ardından Jenny hızla toparlandı, bebeği doğurduğunun ertesi günü aşağı inmek için ısrar etti. Ama Jamie ve Ian’ın itiraz etmelerinin üzerine hiçbir iş yapmadan salondaki koltukta uzanmaya razı oldu. Margaret yanındaki beşikte uyuyordu.
Boş oturmaya tahammülü yoktu, gün boyunca bir ya da iki kez mutfağa ve arka bahçeye gitti. Sıkıca sardığı bebeğini boynuna bir askıyla astı ve ben ölü asmaları koparırken duvarın üzerine oturup bana eşlik etti, sonra da çamaşırların kaynadığı büyük kazanı denetledi. Bayan Crook ve hizmetçiler temiz çamaşırları asmaya başlamışlardı, ben de kazandaki suyun tehlikesiz bir şekilde dökülebilmesi için yeterince soğumasını bekliyordum.
Küçük Jamie bitkileri koparıp kopan dalları her yere saçarak bana ‘yardım’ ediyordu. Kazana çok yaklaşınca onu uyardım, sözümü dinlemeyince de onu kovalamaya başladım. Neyse ki su çabuk soğudu ben de huzura kavuştum. Ona annesinin yanına gitmesini söyledim ve sonra kazanı boşaltmak için, demir ayakların üzerinden kazanı kaldırıp elime aldım.
Kirli sular kazandan yere boşalmaya başlayınca kenara çekildim. Küçük Jamie yanımda durup ellerini bu çamurlu sulara vurmaya başladı ve eteğim de çamurlandı.
Annesi onu yakasından yakalayıp duvarın öbür tarafına koydu.
“Senin hiç kafan çalışmıyor mu ufaklık? Şu haline bak! Şimdi gömleğini yeniden yıkamak zorundayız. Yengenin eteklerini ne hale getirdin?”
Oğlanın titreyen dudaklarını görünce dayanamadım. “Önemli değil.”
“Benim için önemli,” dedi Jenny, küçük Jamie’ye kızgın gözlerle bakarak. “Hemen yengenden özür dile ve sonra da Bayan Crook’un seni temizleyebilmesi için doğruca eve git,” dedi ve poposunu hafifçe okşayıp parmağıyla evi işaret etti.
Islak giysilerle uğraşmaya devam ederken yaklaşan nal seslerini duyduk.
“Sanırım bu gelen Jamie,” dedim sesleri dinleyerek, “ama henüz erken...”
Jenny yola bakarken başını iki yana salladı. “Hayır, bu onun atı değil.”
Ama atın üzerindeki yabancı değildi. Yanımda bir an kasıldıktan sonra bahçe kapısına doğru koşmaya başladı, bir yandan da kollarındaki bebeği dengede tutmaya uğraşıyordu.
“Bu Ian!” dedi bana.
Üstü başı parçalanmış ve toz içindeydi, attan yavaşça yere kaydı. Alnı çürümüş ve şişmişti, bir kaşının üzeri yarılmıştı. O yere inerken Jenny onu kolundan yakaladı, tahta bacağının yerinde olmadığını o zaman gördüm.
“Jamie,” dedi nefes nefese. “Değirmenin yanında devriyelerle karşılaştık. Bizi bekliyorlardı. Geleceğimizden haberleri vardı.”
Bir anda böğrüme bir acı saplandı. “Yaşıyor mu?”
Nefes almaya çalışırken başını salladı. “Evet, yaralı da değil. Onu batıya, Killin’e doğru götürdüler.” Jenny parmaklarını onun yüzünde dolaştırıyordu.
“Sana bir şey oldu mu?”
Yine başını salladı. “Hayır. Atımı ve bacağımı aldılar, onları takip etmemem için beni öldürmelerine gerek yoktu.”
Jenny ufka baktı, güneş ağaçların tam üzerindeydi. Saatin dört olduğunu düşündüm. Ian onun bakışlarını takip ederek sormadığı sorusuna cevap verdi.
“Onlarla tam öğle vakti karşılaştık. Atı olan bir yer bulmam iki saatimi aldı.”
Jenny bir şeyi hesaplarmış gibi sessizce durduktan sonra bana döndü.
“Claire sen Ian’a yardım et ve ihtiyacı varsa hızla yaralarını sar. Ben bebeği Bayan Crook’a verip atları getirmeye gidiyorum.”
İkimiz de ona itiraz etme fırsatını bulamadan eve doğru koşmaya başladı.
“Ama bunu yapamaz! Bebeği bırakmamalı!” diye bağırdım.
Ian omzuma dayanmış eve doğru yavaş yavaş ilerlerken başını sallayarak konuştu.
“Belki yapmamalı ama İngilizlerin kardeşini asmasına da izin veremez.”Jamie ile Ian’ın pusuya düştükleri yere vardığımızda hava kararmak üzereydi. Jenny atından inip ufak bir av köpeği gibi çalılıkları araştırmaya başladı, dalları oraya buraya çekiştirirken sürekli bir şeyler mırıldanıyordu, bunların çoğu ağabeyinden duymaya çok alıştığım küfürlerdi.
“Doğu,” dedi ağaçların arasından geri gelirken, her yeri çizilmiş ve kirlenmişti. Eteğindeki yaprakları silkeleyip atının dizginlerini uyuşmuş parmaklarımın arasından aldı. “Karanlıkta onları takip edemeyiz ama en azından şafak sökünce ne tarafa gideceğimizi biliyorum.”
Oraya atları bağlayıp, küçük bir ateş yaktık ve kamp kurduk. Ondaki enerjiye ve kudrete hayran kalmıştım, bana gülümsedi.
“Gençken Ian ve Jamie bana bildikleri şeyleri öğretirlerdi. Ateş nasıl yakılır, ağaçlara nasıl tırmanılır, hayvanların derileri nasıl yüzülür, iz nasıl sürülür gibi şeyler.” Devriyenin izlemiş olduğu yola baktı.
“Canını sıkma Claire,” diyerek ateşin yanına oturdu. “Bu çalılıkların arasında yirmi at hızla ilerleyemez ama iki at bunu başarır. Görünüşe göre onlar Eskadale’e çıkan yoldan ilerliyorlar.
Tepelerin üzerinden, kestirmeden ilerleyip onları Midmains’de yakalayabiliriz.”
Parmaklarını korsajının üzerinde gezdiriyordu. Kumaşları çekip içteki bluzunu kaldırdığında hayretle göğüslerine baktım. Kocaman ve son derece sert görünüyorlardı, sütle dolmuşlardı. Bu konuda çok cahildim, bugüne kadar emziren bir annenin çocuğundan ayrıldığı zaman ne yaptığını hiç merak etmemiştim.
“Bebekten çok uzun süre ayrı kalamam,” dedi aklımdan geçenleri okumuş gibi, yüzünü buruşturarak göğüslerinden birini tuttu. “Patlayabilirim.” O dokunduğu anda göğüs ucundan sütler akmaya başlamıştı. Cebinden mendilini çıkarıp göğsünün altına koydu. Yanında heybesinden çıkardığı küçük, kalaylı bir bardak vardı. Bardağı göğsünün ucuna koyup iki parmağıyla bastırmaya başladı. Süt daha hızlı akmaya başlamıştı, ardından meme başı adeta bir fıskiye haline geldi ve sütler büyük bir süratle boşalmaya başladı.
“Bunun olabileceğini bilmiyordum!” diye bağırdım, büyülenmiş gibiydim.
“Evet, bebeğin emişi bu işlemi başlatır, sonraki işi ise sadece yutmaktır. Ah, şu an çok daha iyiyim.” Huzura kavuşmuş gibi gözlerini yumdu.
Bardağı yere boşalttı. “Bunu israf etmek utanç verici ama şu an yapabileceğim başka bir şey yok.” Bu kez aynı işlemleri diğer göğsüne yapmaya başlamıştı.
“Bu çok sıkıntılı bir iş,” dedi, ben hâlâ onu seyrediyordum. “Çocuklarla ilgili her şey son derece can sıkıcı ama yine de onlara sahip olma isteğinden vazgeçmiyor insan.” “Evet,” dedim yumuşak bir sesle. “Böyle bir seçim yapılamaz.”
Önce ateşe sonra bana baktı, çok nazik ve düşünceliydi.
“Senin için henüz doğru zaman değil ama günün birinde kendi çocukların olacak.”
Titrek bir sesle güldüm. “Önce babalarını bulsak iyi olur.”
İkinci bardağı da boşalttıktan sonra elbisesini toparlamaya başladı.
“Hiç merak etme onları yarın bulacağız. Bunu yapmak zorundayız zira küçük Maggie’den bir günden fazla ayrı kalamam.”
“Onları bulduğumuzda ne yapacağız?”
Battaniyelere uzanırken omuzlarını silkti.
“Bu Jamie’nin durumuna, yani ona ne kadar hasar vermiş olduklarına bağlı.”
***
Jenny haklıydı, ertesi gün onları bulduk. Gün tam anlamıyla ağarmadan kampımızdan ayrıldık ve sadece bir kez Jenny’nin kendini sağması için durduk. O hiç iz olmayan bir bölgede bile iz sürmekte son derece başarılıydı. Ağaçların arasında sorgusuz sualsiz onu takip ediyordum. Bu kadar çok çalılığın olduğu bir alanda hızlı ilerlemek pek mümkün değildi ama o bizim devriyelerden çok daha hızlı ilerlediğimizi söyleyerek beni sakinleştirdi. Zaten o kadar kalabalık bir grup bu yoldan gidemezdi ve onlar daha uzun bir yolu kullanıyorlardı.
Öğlene doğru onlara yaklaştık. Koşum takımı seslerini ve daha önceden de duymuş olduğum insan seslerini duyabiliyordum, o sırada arkamda olan Jenny’yi kolundan tutarak durdurdum.
“Irmağın aşağısında sığ bir geçit var,” diye fısıldadı bana. “Atlara su vermek için orada durmuş gibi görünüyorlar.” Atından yavaşça yere süzüldü, iki atın dizginini tutup oradaki ağaçlardan birine bağladı. Başıyla onu izlememi işaret ederek yerde yılan gibi ilerlemeye başladı.
Geçidi rahatlıkla görmemizi sağlayan bir çıkıntıya geldik. Devriyede bulunan bütün adamları rahatlıkla görebiliyorduk; çoğu atından inmiş gruplar halinde sohbet ediyordu, bir kısmı yere oturmuş yemek yiyor, bir kısmı da ikili üçlü gruplar halinde atlarına su veriyorlardı. Jamie’yi göremiyordum.
“Onu öldürmüş olabilirler mi?” diye panikle fısıldadım. Oradaki her adamı iki kez gözden geçirmiştim ve kimseyi gözden kaçırmadığımdan emindim. Yirmi adam ve yirmi altı at vardı ve hepsini görebiliyordum. Aralarında bir tutsak ya da kızıl saçlı prens yoktu.
“Sanmam,” dedi Jenny. “Ama bunu öğrenmenin tek yolu var.” Geri dönüp çıkıntıda ilerlemeye başladı.
“Neymiş o?”
“Sormak.”
Geçitten uzaklaştıkça yol iyice daralıyordu, çam ağaçlarının ve kızılağaçların arasında küçük tozlu bir patikaya dönüşüyordu. Bu yolda iki devriyenin yan yana ilerlemesi mümkün değildi, buradan tek tek geçmek zorundaydılar.
Son adam patikadan bize doğru kıvrılınca Jenny kendini yola, adamın önüne attı. Adamın atı hafif şaha kalkınca adam küfür ederek dizginlerine yapıştı. O ağzını açıp Jenny’ye kızmaya hazırlanırken ağaçların arasından çıkıp elimdeki sopayla kulağının arkasına vurdum.
Adam bunu hiç beklemediği için dengesini kaybedip yere düştü. Bayılmadı ama bir süre öylece kaldı. Jenny eline aldığı bir taşla işi tamamladı.
Atın dizginlerini yakalayıp hızla kolunu salladı.
“Çabuk ol,” diye fısıldadı. “Diğerleri yokluğunu fark etmeden onu hemen yoldan çekmeliyiz.”
Elrive Vadisi Devriyeleri’nden biri olan Robert MacDonald ayıldığında kendini bir ağaca sımsıkı bağlanmış olarak buldu. Kafasına tutsağının ablası tarafından bir tüfek doğrultulmuştu.
“Jamie Fraser’a ne yaptınız?” dedi Jenny.
MacDonald şaşkın şaşkın başını salladı, olanları hatırlamaya çalışıyor gibiydi. Yerinden kıpırdamaya çalıştı ama başaramadı, ardından bir sürü küfür savurdu, bunların bir işe yaramayacağını anlayınca bize sorumuzun cevabını söylemeye karar verdi.
“Öldü,” dedi MacDonald asık bir suratla. Jenny’nin tetiğin üzerinde duran parmağı kasıldı. Adam korkuyla devam etti. “Bu benim suçum değildi! Kendi suçuydu!”
Jamie’nin kollarını bir deriyle bağlayıp onu ata bindirmişlerdi. Devriyeden iki adamın arasında ilerliyordu, çok sakin olduğu için ırmağı geçerken daha fazla bir önlem almaya gerek görmemişlerdi.
“Geri zekâlı herif kendini atın üzerinden suyun derinliklerine bırakıverdi,” diye devam etti
MacDonald ve elleri arkasında bağlı olmasına rağmen hafifçe omuz silkmeyi başardı. “Biz de ateş ettik. Vurulmuş olmalı çünkü bir daha suyun yüzüne çıkmadı. Geçidin altında su sığdır ve şiddetini kaybeder, oraya varınca onu aradık ama bulamadık. Nehir onu başka bir yere sürüklemiş olmalı.
Artık ellerimi çözer misiniz hanımlar?”
Jenny’nin savurduğu tehditler adamın hikâyesini değiştirmedi ve sonunda doğru söylediğine ikna olduk. Onun ellerini tam olarak çözmeyi reddeden Jenny iplerini hafifçe gevşetti ve o onlarla savaşırken biz de oradan kaçtık.
Atlarımızın yanı varınca, “Onun gerçekten öldüğünü düşünüyor musun?” diye sordum.
“Hayır. Jamie bir balık gibi yüzer ve onun nefesini üç dakikadan daha fazla tutabildiğini pek çok kez gördüm. Haydi, gel kıyıyı arayacağız.”
Kayaların üzerinden zıplayıp sulara bata çıka, küçük birikintilerdeki dallara takılıp her yerimizi çizerek onu aramaya başladık.
Sonunda Jenny bir zafer çığlığı attı. Ben suların içinde dengemi korumaya uğraşarak ona doğru ilerlemeye başladım.
Elinde hâlâ yuvarlak şekilde bağlı olan bir deri parçasını tutuyordu. Bir yanı hafif kanlıydı.
“Onu burada çıkarmış,” dedi elindekini göstererek. Arkamızda kalan kayalıklara ve derin su birikintilerinin üzerinden köpürerek inen sulara bakarak başını salladı.
“Bunu nasıl başardın Jamie?” dedi kendi kendine.
Kıyıdan çok uzak olmayan bir yerde bir çimenlik bulduk, burada dinlenmiş olduğu kesindi, orada kahverengimsi lekeler de gördüm.
“Yaralı,” dedim.
“Evet, ama hareket edebiliyor,” diye cevap verdi Jenny, yere bakıp duruyordu.
“İz sürmede başarılı mısın?” diye umutla sordum.
“Bir avcı kadar iyi değilim ama Jamie Fraser boyutlarında bir şeyi kuru otların arasında bulmayı başaramazsam sağır ve kör olmuşum demektir.”
Onun izlerini tepenin yanındaki kırılmış çalılar boyunca takip etmeyi başardık ama yoğun bir süpürge otu bölgesinde bu izler sona erdi. Bundan sonra ne yapmış olduğu hakkında elimizde hiçbir veri yoktu.
Jenny bir kütüğün üzerine oturup, “Gitmiş,” dedi. Yüzü beyazlamıştı. Doğum yapalı daha bir hafta bile olmamış bir kadın için adam kaçırmak, silahlı adamları tehdit etmek ve belirsiz yollarda iz sürmek ağır bir durumdu.
“Jenny, geri dönmelisin. Hem o da Lallybroch’a dönmüş olabilir.”
Başını iki yana salladı. “Hayır, bunu yapmaz. MacDonald bize öyle söyledi ama ben onların elde edecekleri bir ödülden bu kadar çabuk vazgeçeceklerini hiç sanmam. Şu ana kadar onu avlamamış olmalarının tek sebebi bunu becerememiş olmaları. Ama çiftliğe bir adam gönderip izlemesini sağlayacaklardır. Bu nedenle Jamie oraya dönmez.” Elbisesinin yakasını çekiştirip duruyordu. Hava soğuktu ama o terliyordu. Göğüsleri de sızan sütten lekelenmeye başlamıştı. Benim nereye baktığımı görüp konuşmasına devam etti. “Evet, kısa bir zaman içerisinde geri dönmem gerekiyor. Bayan Crook onu keçi sütüyle besler ama benden uzun süre ayrı kalamaz, ben de ondan. Bu arada seni yalnız başına bırakmaktan da hiç hoşlanmıyorum.”
İskoç dağlarında tek başıma nerede olduğunu bilmediğim bir adamı nasıl arayacağımı bilmiyordum ama cesur bir tavır takındım.
“Hallederim,” dedim. “Hem daha kötü olabilirdi. En azından hayatta olduğunu biliyoruz.”
“Doğru.” Ufuk çizgisine yaklaşmış güneşe baktı. “Bu gece yanında kalacağım.”
Gece ateşin yanında otururken pek konuşmadık. Jenny geride bıraktığı yavrusunu ben de yola tek başıma nasıl devam edeceğimi düşünüyordum. Buraları da, İskoççayı da bilmiyordum.
Birdenbire Jenny’nin kafası havaya dikildi. Ben de doğrulup dinlemeye başladım ama hiçbir şey duyamadım. Başımı Jenny’nin baktığı yöne çevirdim ama ağaçların arasında parlayan gözler görmeyince Tanrı’ya şükrettim.
Başımı yeniden ateşe çevirince Murtagh’ın karşımızda oturduğunu gördüm, ellerini ateşe uzatmıştı. Jenny benim sıçramam üzerine o tarafa dönüp bir kahkaha koyuverdi.
“Siz bu tarafa bakmadan önce ikinizin de boğazını kesebilirdim,” dedi küçük adam.
“Öyle mi dersin?” dedi Jenny, dizlerini kıvırmış elleri ayak bileklerinde oturuyordu. Eli hızla eteğinin altına gitti ve çıkardığı küçük bıçağı karanlık gecenin içinde parladı.
“Hiç fena değil,” dedi Murtagh. “Küçük Saksonyalı da senin kadar iyi mi?”
“Hayır,” dedi Jenny bıçağı çorabına yerleştirirken. “Bu yüzden senin onunla birlikte olman iyi olacak. Seni Ian gönderdi değil mi?”
“Evet. Devriyeleri bulabildiniz mi?”
Ona başımızdan geçenleri anlattık. Jamie’nin kaçtığını duyunca dudağının kenarındaki bir kasın seğirmiş olduğuna yemin edebilirdim ama bu gülümsemek için yapılmış bir hareket de olabilirdi.
Bir süre sonra Jenny battaniyesini toplamaya başladı.
“Nereye gidiyorsun?” diye sordum şaşkınlıkla.
“Eve.” Başıyla Murtagh’ı gösterdi. “Artık o burada, bana ihtiyacın yok ve diğerleri beni bekliyor.”
Murtagh başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Ay bulutların arasından hafifçe görünüyordu, sağanak yağış başlamak üzereydi.
“Sabahı bekle. Rüzgâr artıyor, bu gece kimse uzun yol yapamaz.”
Jenny başını sallayarak bu fikri reddetti, şalını başına örtüyordu. “Ben yolumu biliyorum. Bu gece kimse yola çıkmazsa, demek ki kimse peşime de takılamaz.”
Murtagh sabırsızlıkla içini çekti. “Özür dilerim ama senin de öküz gibi inatçı olan kardeşinden bir farkın yok. Tamam, geri dönmek için sebeplerin var ama senin o iyi niyetli kocanın sen eve dönmeden önce metresini yatağa atmış olabileceğini hiç sanmam.”
“Hayatta bir tek burnunun ucunda olanları görebiliyorsun ve burnun da çok kısa,” dedi Jenny sertçe. “Emziren bir anneyle aç çocuğunun arasında kalmış olsaydın, domuz avlamaktan ya da otların arasında adam aramaktan daha önemli işler olduğunu anlayabilirdin belki.”
Murtagh ellerini teslim olmuş gibi havaya kaldırdı. “Tamam, dediğin gibi olsun. Vahşi bir kadına boş yere laf anlatmaya çalışıyorum. Umarım güzel kıçını tehlikeye atmazsın.”
Jenny beklenmedik bir kahkaha attı. “Seni yaşlı serseri.” Eğilip ağır heybesini dizlerinin üzerine koydu. “Sen kız kardeşime iyi bak ve Jamie’yi bulduğunda bana haber gönder.”
Jenny atını eyerlerken Murtagh konuşmaya devam etti. “Bu arada eve döndüğünde yeni mutfak hizmetçinle tanışacaksın.”
Jenny onun yüzünü inceleyerek durdu, elindeki eyeri yavaşça yere bıraktı. “Kimmiş o?”
“Dul Bayan MacNab,” dedi Murtagh.
Jenny bir süre daha kıpırdamadı, pelerini ve başındaki şalı rüzgârda uçuşuyordu.
“Nasıl oldu?” diye sordu.
Murtagh eğilip eyeri yerden aldı, sonra da onu atın üzerine koyup bağladı.
“Yangın,” dedi son kayışı sıkarken. “Geçtiğin yerlere dikkat et küller hâlâ sıcak olabilir.”
Jenny’nin ata rahat binebilmesi için ellerini birbirine kenetleyip bekledi. Jenny başını sallayıp dizginleri onun elinden aldı ve beni yanına çağırdı.
“Benimle tepeye kadar yürür müsün Claire?”
Ateşten uzaklaşınca çok üşümüştüm. Yerde otururken ıslanmış olan eteklerim yürürken bacaklarıma dolanıyordu. Jenny de rüzgârdan korunmak için başını eğmişti, dudakları bembeyazdı.
“Devriyelere Jamie’yi haber veren MacNab’di değil mi?” diye sordum. Başıyla beni onayladı.
“Evet, Ian bunu bulacaktı, biri ya da öbürü hangisi olduğu fark etmezdi.”
Kasımın sonuydu ve Guy Fawkes günü geçmişti. Bir anda gözümün önünde kocaman alevler canlandı, alevler ahşap duvarları yalıyor, Kutsal Hayalet lanetlileri içine alıyordu. İçeride bir adam kendi ocağının önünde küle dönüşüyordu, bunun ardından gelen rüzgâr bu külleri evinden uzağa süpürecekti. Gerçekten de adaletle zorbalık arasında oldukça ince bir çizgi vardı.
Jenny bana bakıyor, yüzümü inceliyordu, bakışlarına karşılık verdim. İkimiz de durduk, en azından bu acı ikilemin aynı tarafında yer alıyorduk.
Tepenin üzerinde durduk, Murtagh ateşin yanındaki bir leke gibi görünüyordu. Jenny cebini karıştırıp oradan çıkardığı deri keseyi elime tutuşturdu.
“Dönem kiraları, buna ihtiyacın olabilir.”
Jamie’nin bu paranın arazi ve eve bakılması için kullanılması gerektiğini düşündüğünü söyleyerek parayı geri vermeye çalıştım ama almadı. Janet Fraser ağabeyinin yarısı kadar olabilirdi ama onunla aynı inatçılığa sahipti.
Sonunda vazgeçip keseyi elbisemin ceplerinden birine sakladım. Jenny’nin ısrarlarıyla küçük siyah bıçağını da aldım.
“Bu Ian’ın ama onda bir tane daha var,” dedi. “Bunu çorabının üst kısmına sıkıştır. Uyurken bile yanından ayırma.”
Bir şey daha söylemek ister gibi bir hali vardı.
“Jamie, senin... Bazen ileriye dönük şeyler söyleyebileceğini söyledi. Ve bunları söylediğin zaman seni muhakkak dinlemeliymişim. Bana söylemek istediğin herhangi bir şey var mı?”
Jamie ile Lallybroch’u kopacak olan fırtınadan korumak için neler yapmamız gerektiğini konuşmuştuk, orada yaşayanları Ayaklanma süresince koruyabilmeliydik. Ama buna daha zaman vardı. Şu an buna zaman yoktu, zaten birkaç dakika içinde ona gereken bütün bilgileri vermeyi başaramazdım.
Peygamber olmak gerçekten rahatsızlık veren bir işti. Bunun böyle olduğunu ilk kez düşünmüyordum. Yeremyah ve takipçilerine çok büyük bir sempati duymaya başlamıştım. Cassandra’nın niye bu kadar sevilmediğini de artık anlayabiliyordum. Ama bunların hiçbirinin şu an bana bir yardımı dokunamazdı. İskoçya’da yağmurun altında, rüzgârlı bir tepede durmuş eteklerim üzerime yapışırken yüzümü karanlığa çevirip geleceği öngörmeye çalıştım.
“Patates ek.”
Jenny’nin ağzı açık kalmıştı, bunu fark edince hemen kapattı. “Patates, anladım, en yakın tohum Edinburgh’ta var, birilerini gönderip aldıracağım. Ne kadar?”
“Ekebildiğin kadar çok. Onlar bu zamanda buralarda yetiştirilmiyor ama ileride yetiştirilecek. Kökleri yendiği için uzun süre dayanırlar. Buğdaydan daha randımanlıdır. Mümkün olduğunca çok yere ek ve çok depola. İki yıl içerisinde bir kıtlık olacak. Ürün yetişmeyen arazilerin varsa onları elinden çıkar ve altına çevir. Bir savaş ve ardından büyük bir katliam olacak. İskoçya’daki erkeklerin çoğunu yok edecekler.” Bir süre düşündüm. “Lallybroch’da sığınak var mı?”
“Hayır, ev daha sonraki dönemde yapılmış.”
“Hemen saklanmak için güvenli bir yer yapın. Umarım Jamie’nin oraya ihtiyacı olmaz,” diyerek yutkunarak devam ettim, “birilerinin olacaktır.”
“Tamam. Hepsi bu kadar mı?” Yüzü oldukça ciddi ve söylediklerimi yapmaya niyetliydi. Jamie onu uyarmakla çok önemli bir iş yapmıştı, o da kardeşine güvenmekle. Bana neden ya da nasıl diye sormadı, dikkatle söylediklerimi dinledi ve kafasına yazdı. Bunları hemen uygulamaya koyacağını biliyordum.
“Şu an aklıma gelenler bunlar.” Gülümsemeye çalıştım ama inandırıcı olmayı başaramamıştım.
O benden daha başarılıydı. Veda ederken yanağıma dokundu.
“Tanrı seninle olsun Claire. Kardeşimi eve getirdiğinde seninle yeniden görüşeceğiz.”
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yabancı
RomanceSene 1945. Eski bir savaş hemşiresi olan Claire Randall, evine dönmüştür. Tekrar bir araya geldiği eşiyle ikinci bir balayına çıkar. Salisbury Düzlüğü'nde bulunan tarihi taş çemberini ziyaret ederler. Bu taşlardan birine dokunan Claire birden kendin...