Bir gece sonra Ness Gölü’nün kenarında kamp kurduk. Burayı görmek kendimi garip hissetmeme sebep olmuştu, pek bir değişiklik yoktu. Ya da olmayacaktı demeliydim. Akçaağaçlar ve karaçamlar çok daha yeşildi ama yazın ortasındaydık, baharın sonlarında değil. Çiçekler bahardaki gibi pembe ve beyaz değildi artık, menekşeler vahşi mor renge katırtırnakları altın sarılarına bürünmüştü. Gökyüzü masmaviydi, göl de öyle... Ağaçların gölgeleri ve etraftaki yeşilliklerden yansıyan renkler gölü biraz daha koyu bir renge büründürmüştü, renkler sisli bir camın ardına saklanmış gibiydi.
İleride birkaç tekne vardı. Bir tanesi bize yaklaşınca bunun aslında bezden yapılmış bir kayık olduğunu gördüm. Üzeri tabaklanmış deri ile kaplıydı, benim alıştığım ahşap görünüme sahip değildi.
Bütün su kenarlarında olan kekremsi koku burada da vardı. Bu çiçeklerin, çürümüş yaprakların, temiz suyun, ölü balıkların ve çamurun kokusunun birbirine karışması sonucunda ortaya çıkıyordu. Bunların yanı sıra garip bir şeyler daha olduğunu hissediyordum. Adamlar da bunu hissetmiş gibiydi, kampın üzerinde garip bir hava esiyordu.
Jamie ve benim yatak malzemelerimizi rahat bir yere serdikten sonra elimi yüzümü yıkamak için gölün kenarına gittim.
Küçük bir tepecik vardı ve kıyı bunun ardında kıvrılarak ilerliyordu, bir yerde kocaman taşlar birleşmiş, dalgakırana benzer bir şey oluşturmuştu. Kampın sesi buraya gelmiyordu, beni görmeleri de mümkün değildi, burası oldukça huzurlu bir yerdi. Biraz yalnız başıma kalabilmek için bir ağacın altına oturdum. Jamie ile evlendiğimden beri artık sürekli izlenmiyordum, bu sorun çözülmüştü.
Ağaçlardan dökülmüş küçük tohumları tembel tembel suya atmakla meşguldüm, kayaların arasında oluşan minik dalgaların gittikçe büyüyen dalgalara dönüştüğünü fark ettim, sanki aniden çıkan bir rüzgâr buna sebep olmuş gibiydi.
Üç metre kadar ötemde suyun dalgalandığını gördüm ve içinden kocaman bir kafa çıktı. Sular başından aşağı uzun kıvrımlı boynuna dökülüyordu. Su çok dalgalanmıştı, sağa sola bakındım. Bu başın ardından görüntüye çıkmasını beklediğim kocaman bir vücut vardı ama çıkmadı, baş kıpırdamadan orada duruyordu.
Ben de durdum. Bu çok garipti ama ondan korkmamıştım. Ona karşı bir yakınlık hissetmiştim, bu yaratık kendi zamanından, benim bulunduğumdan çok daha fazla uzaklaşmıştı. Eosen dönemden kalma düz gözleri, çökük göz çukurlarının içinde kocaman görünüyordu. Bakışları belirsizdi, onun bu gerçeküstü görüntüsünü bir yerlerden hatırlar gibiydim. Parlak derisi düzgün ve masmaviydi, çenesinin altında bir renk oyunu vardı, tam orada yeşil bir çizgi var gibiydi. Gözbebekleri koyu kehribar rengindeydi. Çok güzeldi.
Hafızamın bir yerlerinden, İngiliz Müzesi’nin beşinci katında bulunan muhteşem tabloyu alıp çıkardım, renkler çok farklıydı ama şekil aynıydı. Zaten ölüm gerçekleştiği anda renklerin solduğu ve derinin kırışmaya başladığı bilinen bir gerçekti. Sonra da her şey çürürdü ama kemiklere bir şey olmazdı. Onu görmeyi başaran nadir kişilerden biri olmak içimi bir zafer hissi doldurmuştu.
Burun deliklerinin üzerindeki kapakçıklar yoğun bir tıslama sesiyle birlikte açıldı ve yaratık suya batarak yuvasına doğru yola çıktı, sular yine kaynamaya başlamıştı.
Onu görünce farkında olmadan ayağa kalkmış ve yine farkında olmadan ona doğru ilerlemiştim. Kendimi kayaların üzerinde suya düşmek üzereyken buldum. Onun ardından göle bakmaya devam ettim.
Bir süre daha orada kalıp bu karanlık, dipsiz gibi görünen sulara baktım. “Elveda,” dedim sulara ve başımı sallayıp kıyıya doğru yürümeye başladım.
Küçük tepeciğin üzerinde bir adam vardı. Önce irkildim ama onun sığırtmaçlardan biri olduğunu hatırlayınca rahatladım. Adı Peter’dı, elindeki boş kova buraya neden gelmiş olduğunu gösteriyordu. Ona canavarı görüp görmediğini sormak üzere ağzımı açtığım anda yüzündeki ifadede sorumun cevabının gizlenmiş olduğunu anlayıverdim. Yüzü ayağının dibindeki papatyalardan daha beyazdı, sakalının arasında bile ter damlacıkları vardı. Gözlerinin beyazı korkmuş bir at gibi ortaya çıkmıştı, kovayı tutan eli titriyordu ve kova bacağına çarpıp duruyordu.
“Sorun yok,” dedim ona yaklaşarak. “Gitti.”
Bu sözler onu rahatlatmadı ve tam tersine yerinden sıçradı. Kovayı elinden düşürüp dizlerinin üzerine çöktü ve istavroz çıkardı.
“Me-merhamet edin, hanımım,” diye kekeledi. Bunun ardından kendini yüzüstü yere attı ve eteğimin ucundan tuttu. Çok utanmıştım.
“Saçmalama,” dedim sert bir tavırla. “Ayağa kalk.” Onu ayağımın ucuyla hafifçe dürttüm, o ise daha fazla titreyip yere daha fazla yapıştı. “Ayağa kalk,” diye tekrarladım. “Aptal adam o sadece bir...” Durup düşünmeye çalıştım. Onun Latince adını söylemem bu adamın hiçbir işine yaramayacaktı.
“O sadece küçük bir yaratık,” dedim elinden tutup ayağa kaldırırken. O, gölün kenarına gitme cesaretini bulamadığı için kovayı doldurdum. Kampa dönerken aramızda belli bir mesafe bırakmaya dikkat ederek peşimden geldi. Kampa vardığımız anda hızla katırının yanına ilerledi, giderken de dönüp dönüp korku dolu bakışlarla bana bakmayı ihmal etmedi.
O kimseye yaratıktan bahsetmeyince ben de bunun doğru bir şey olduğuna inanıp sustum. Dougal, Jamie ve Ned eğitimli insanlardı, diğerleri ise okuma yazma bile bilmiyorlardı. Güçlü ve korkusuz savaşçılardı ama bir o kadar da batıl inançlılardı. Bu konuda Afrika’da yaşayan ilkel insanlardan hiçbir farkları yoktu.
Sessizce yemeğimi yiyip yatmaya gittim. Sığırtmaç Peter’ın meraklı bakışları sürekli üzerimdeydi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yabancı
RomanceSene 1945. Eski bir savaş hemşiresi olan Claire Randall, evine dönmüştür. Tekrar bir araya geldiği eşiyle ikinci bir balayına çıkar. Salisbury Düzlüğü'nde bulunan tarihi taş çemberini ziyaret ederler. Bu taşlardan birine dokunan Claire birden kendin...