Kaçış

6 2 0
                                    

Sabah rengi biraz düzelmişti, çürükleri biraz daha kararmıştı ama olsun. Derin bir nefes alınca yüzünü buruşturdu ve bu nefesi geri verirken dikkatli davrandı.
“Ne hissediyorsun?” diyerek elimi alnına koydum. Serin ve nemliydi. Tanrı’ya şükür ateşi yoktu.
Yüzünü buruşturdu, gözleri hâlâ kapalıydı. “Saksonyalı hissedebildiğim tek şey acı.” Elini uzattı. “Kalkmama yardım edebilir misin lapa gibiyim.”
Kar öğlene doğru durdu. Gökyüzü hâlâ griydi, bu yeni bir fırtınanın habercisiydi ama Wentworth tarafından yapılacak arama daha büyük bir tehditti. Öğlen olmadan Eldridge Malikânesi’nden ayrılmak için hazırlık yapıyorduk, kalın pelerinlerimizi giymiştik. Murtagh’la Jamie pelerinlerinin içini silahlarla doldurdular. Benim sadece kamam vardı, o da iyice gizlenmişti. Karşı çıkmama rağmen bir terslik olduğu anda kaçırılmış İngiliz’i oynamama karar vermişlerdi.
“Ama beni hapishanede gördüler,” diyerek karşı çıkmıştım. “Sör Fletcher benim kim olduğumu biliyor.”
“Evet,” dedi Murtagh Leydi Annabelle’in cilalı masasının üzerinde duran, silahları, sopaları, barut ve çantaları düzenli bir şekilde yerleştirirken. Bu arada bana iğneleyici bir tavırla bakmayı unutmamıştı. “Sorun da bu zaten, bu yüzden seni Wentworth’den mümkün olduğu kadar uzakta tutmalıyız. Oraya seninle birlikte girmenin hiçbirimize faydası olmaz.”
Kısa bir sopayı birkaç vuruşta konması gereken yere yerleştirdikten sonra konuşmaya devam etti. “Aramaya Sör Fletcher katılmayacaktır. Böyle bir havada bunu yapmaz. Karşılaşacağımız kırmızı urbalılar seni tanımazlar. Bu yüzden onları bizim gibi İskoç serserileriyle yapacak bir işin olmadığına inandırmalısın.” Başıyla, bir taburede oturup elinde bir kâse sıcak süt ve ekmekle oturan Jamie’yi gösterdi.
Sör Marcus’la birlikte Jamie’nin kalçasını ve kaba etlerini en kalın bandajlarla sarıp kan sızıntılarını göstermeyecek koyu renkli bir çorap giydirmiştik. Leydi Annabelle kocasının gömleklerinden birini genişletmiş, Jamie’nin omuzlarına geçirmiş ve bandajın kalınlığını gözlerden saklamıştı. Ama buna rağmen gömlek önden kavuşmamıştı ve göğsündeki izler görünüyordu. Jamie kafası çok acıdığı için saçının taranmasına karşı çıkmıştı, çok vahşi bir görüntüsü vardı. Kızıl saçları morarmış ve şişmiş yüzünü çevreliyordu, bir gözü şişlikten neredeyse kapanmıştı.
“Eğer yakalanırsan,” dedi Sör Marcus, “benim konuğum olduğunu ve malikânenin yakınlarında dolaşırken kaçırıldığını söyle. Seni teşhis etmem için buraya getirmelerini sağla. Bu onları ikna edecektir. Onlara Annabelle’in Londra’dan gelen bir arkadaşı olduğunu söyle.”
“Biz seni Sör Fletcher buraya gelmeden güvenli bir şekilde kaçırırız,” diye ekledi Annabelle.
Sör Marcus Hector’la Absalom’un bize eşlik etmesini teklif etmişti ama Murtagh bunun Eldridge için tehlikeli olacağını söylemiş ve teklifi reddetmişti. Üçümüz, soğuğa karşı pelerinlerimize sarınarak Dingwall’a doğru yola çıkmıştık. Çantamda Sör Marcus’un Kanal’dan rahatça geçebilmemiz için yazmış olduğu bir not vardı.
Karda ilerlemek oldukça zordu. Yaklaşık yirmi santim kalınlıktaydı ve tuzaklarla doluydu, atların ayakları kayıyordu. Her adımlarında havaya ve karınlarına çamurlu karlar sıçrıyordu, atlar buharlı trenler gibiydi.
Murtagh bize önderlik ediyor ve yolu takip etmeye uğraşıyordu. Ben Jamie’nin yanında ilerliyordum, o kendi ısrarıyla bilincini kaybetme tehlikesine karşı sıkıca atına bağlanmıştı. Sadece sol eli tabancasını kullanabilmesi için açıktaydı. Tabancası eyerinin üzerine konmuş ve pelerininin altına gizlenmişti.
Birkaç barakanın önünden geçtik, eğimli çatılarındaki bacalardan dumanlar yükseliyordu, hayvanlar ve insanlar soğuktan korunabilmek için içeri kapanmışlardı. Arada bir elinde kova ya da saman yığını ile ağıldan barakaya doğru yürüyen adamlarla karşılaşıyorduk ama yolda kimsecikler yoktu.
Eldridge’den dört kilometre ilerde olan Wentworth kalesinin yanından geçtik, orada kütle halinde duruyordu. Buradaki yol çiğnenmişti; havanın kötülüğü içeri giriş çıkış trafiğini azaltmamıştı.
Oradan geçişimizi tam öğle yemeğine denk getirmiştik, umudumuz görevlilerin yemek ve içkiye boğulmuş olmasıydı. Yavaşça ilerliyorduk, böyle bir havada yolda kalmış şanssız yolcular gibi davranmaya çalışıyorduk.
Hapishaneyi geçince çamların altındaki korunaklı bir yerde atları dinlendirmek için durduk. Murtagh eğilip Jamie’nin saçlarını gizleyen komik şapkaya baktı.
“İyi misin delikanlı? Hiç sesin çıkmıyor.”
Jamie başını kaldırdı. Yüzü solgundu, boynundan aşağı terler boşanıyordu, yarım ağızla sırıtmayı başardı.
“Başa çıkarım.”
“Nasılsın?” diye sordum, endişeliydim. Eyere çökmüştü, her zamanki dimdik duruşundan eser yoktu.
“Hangisinin daha çok acıdığını anlamaya çalışıyorum; kaburgalarım mı, elim mi, popom mu? Bunlardan birini seçmeye çalışırken sırtımı unutuyorum.” Sör Marcus’un ona verdiği kocaman mataradan bir yudum aldıktan sonra bana verdi. Leoch yolunda içtiğim saf alkolden çok daha iyiydi ama yine de çok sertti. Midemde küçük bir yanmayla birlikte yola koyulduk.
Murtagh’ın başının hızla çevrildiğini gördüğümde atlarımız karları sıçratarak hafif bir yokuşu tırmanıyordu. Onun başını çevirdiği yöne bakınca tepenin üzerinde duran dört kırmızı urbalıyı gördüm.
Yapılabilecek bir şey yoktu. Bizi görmüşlerdi, yukarıdan gelen çığlıkları boşlukta yankılandı. Kaçabileceğimiz bir yer yoktu. Oyunumuzu oynamak zorundaydık. Murtagh bana bakmadan hızlanıp onlarla tanışmaya gitti.
Grubun başında orta yaşlı bir onbaşı vardı, kışlık gri paltosuyla dimdik duruyordu. Bana eğilerek selam verdikten sonra Jamie’ye baktı.
“Beni bağışlayın lütfen. Bu yoldan geçen herkesi kontrol etmek zorundayız, Wentworth Hapishanesi’nden kaçanlar oldu da.”
Kaçanlar. Dün Jamie’den başka mahkûmları da oradan kaçırmayı başarmıştım. Bu beni farklı açılardan mutlu etmişti. Bu aramayı zorlaştıran ve bölen bir şeydi. Dörde karşı üç beklediğimden çok daha iyi bir durumdu.
Jamie cevap vermedi ama öne eğilerek başını serbest bıraktı. Şapkasının altından parlayan gözlerini görebiliyordum. Bilinci yerindeydi. Bu adamları tanıyor olmalıydı, sesini tanırlar diye konuşmamıştı. Murtagh atını askerlerle benim atımın arasına sokmuştu.
“Evet, efendim gördüğünüz gibi biraz hasta,” dedi, bu arada aptal aptal saçını çekiştiriyordu. “Bana
Ballagh’a giden yolu gösterebilir misiniz? Sanırım yolu kaybettim.”
Gözlerini görene kadar neyin peşinde olduğunu anlayamamıştım. Gözleri yukarı aşağı oynadıktan sonra aynı süratle askere bakmıştı, asker onun onu dikkatle dinlediğini sanıyordu. Jamie eyerden mi düşüyordu? Başlığımı düzeltirmiş gibi yaparak gözlerimi Murtagh’ın gösterdiği yöne çevirdim ve donakaldım.
Jamie yüzünü gölgeye saklamış bir şekilde dimdik oturuyordu ama ayağının ucundan bembeyaz karın üzerine kanlar damlıyordu.
Murtagh salaklığına devam ederek askerlerin dikkatini tepenin diğer ucuna çekmeyi başarmıştı Onlar Dingwall’a giden yolu göstererek o yolun altı kilometre sonra Ballagh’a bağlandığını anlatıyorlardı.
Hızla yere kayıp atımın kayışını çekiştirmeye başladım. Bu arada Jamie’nin atının altına bol miktarda kar atmayı başarmıştım. Askerler hâlâ Murtagh’a yolu anlatmakla meşguldü ama bir tanesi kaçmadığımızdan emin olmak için bize bakıyordu. Ona şeker şeker elimi sallayınca başını çevirdi. Hemen iç eteğimi yırtıp bunu Jamie’nin kalçasına bağlamak üzere onun pelerinini kaldırdım. İnlemesi beni hiç etkilememişti. Murtagh’la İngilizler yanımıza gelmeden hemen önce pelerini indirmeyi başardım.
“Biraz gevşetmek işe yaradı galiba,” dedim, gözlerimi en yakın duran askere dikmiştim.
“Ah! Siz neden hanıma yardım etmiyorsunuz?” diye Jamie’ye döndü.
“Kocam biraz hasta, ben hallederim teşekkür ederim,” dedim.
Onbaşı merak etmişti. “Hasta mı? Neyiniz var?” Atını Jamie’ye yaklaştırıp solgun yüzünü görmeye çalıştı. “Gerçekten de iyi görünmüyorsun. Şapkanı çıkarır mısın dostum. Yüzüne ne oldu?”
Jamie ona ateş etti. Kırmızı urbalı Jamie’nin yetmiş santim kadar ötesindeydi, göğsündeki kan birikintisi elimin büyüklüğüne varmadan atından yuvarlandı.
Onbaşı yere düşemeden Murtagh iki eline de tabancalarını almıştı. Atı şaha kalktığı için ilk atışı boşa gitti ama ikincisi hedefini buldu. Adamın kolu kanlar içinde kalmıştı, o sağlam koluyla kılıcına uzanırken Murtagh yeni silahlarını eline almakla meşguldü.
Geriye kalan iki askerden biri atını çevirip hapishaneye doğru ilerlemeye başlamıştı, yardım getirmeye gidiyordu.
“Claire!” Ses yukardan gelmişti. Jamie kaçan adamın arkasından kolunu sallıyordu. “Durdur onu!” Bana ikinci tabancasını fırlatır fırlatmaz dördüncü askerle ilgilenmek üzere kılıcını çekti.
Atımın savaş eğitimi vardı, gürültülerden dolayı kulaklarını arkaya yapıştırmıştı ama silah sesleri onu kaçırmamıştı, bıraktığım yerde duruyordu. Onun içine girdiği kavgayı görmek zorunda kalmadığıma mutlu olmuştum, atıma atlayıp kaçan adamın peşine düştüm.
Kar onu engellediği kadar beni de engelliyordu ama benim atım daha iyiydi ve biz onun bastırmış olduğu karın üzerinden daha hızlı ilerliyorduk. Ona yaklaşıyorduk ama bu yeterli değildi. Onun önünde bir yokuş vardı, sağa sapıp düzlükten gidersem aşağı inerken onun yolunu kesebilirdim. Atı hızla çevirdim, bu dönüşte neredeyse eyerden düşüyordum. O kendini düzeltti ve hızla ileri atıldı.
Onu yakalayamamıştım ama aramızdaki mesafe on metreye düşmüştü. Biraz daha yolumuz olsa onu mutlaka yakalardım ama şu an öyle bir lüksüm yoktu, hapishane iki kilometre ötedeydi. Yaklaştıkça duvarlardan görünme riskim artacaktı.
Dizginleri çekerek attan indim. Savaş eğitimi olsun olmasın ateş ettiğim anda yapacağı bir hareket kaçırmama sebep olurdu. Zaten heykel gibi dursa bile hedefimi vurabileceğimden pek emin değildim. Kara diz çöktüm, dirseğimi dizime dayayıp, silahı Jamie’nin göstermiş olduğu gibi tuttum. “Kolunu destekle, hedefi gör ve ateş et,” demişti. Ateş ettim.
Hayretle atı vurduğumu gördüm. At tökezledi, dizlerinin üzerine çöktü ve karda yuvarlandı. Tetikteki parmağımı hissetmiyordum, onu ovalarken yere düşen askere bakıyordum.
Yaralanmıştı, ayağa kalkmaya çalıştı ama tekrar kara yuvarlandı. Atı kanlar içinde sarsıldı, dizginleri boştaydı.
O ana kadar ne düşüneceğimi bilememiştim, ona yaklaşınca onu sağ bırakamayacağımı fark ettim. Hapishaneye çok yakındık ve devriyeye çıkan askerler onu hemen bulurdu. Canlı bulunduğu anda bizi tarif ederdi ve artık tutsak hikâyemiz de bir işe yaramazdı! Nereye gittiğimizi de biliyordu. Sahile daha altı kilometrelik bir yolumuz vardı. Bu karda iki saat daha yol almak demekti. Oraya varınca bir tekne arayacaktık. Onu canlı bırakma riskini göze alamazdım.
Ona yaklaşırken dirseklerinin üzerinde doğrulmaya çalıştı. Beni görünce gözleri kocaman oldu ve bir anda rahatladı. Ben bir kadındım ve benden korkmuyordu.
Daha tecrübeli biri o an cinsiyetimin hiç de önemli olmadığını anlayabilirdi ama o daha bir çocuktu. On altı yaşından fazla değildi. Yanaklarında hâlâ bebek şişleri vardı, dudaklarının üzerindeki bıyık pek işe yaramıyordu.
Ağzını açtı ama sadece inlemeyi başarabildi. Elini bir yanına bastırmıştı, oradan sızan kanları gördüm. Attan yuvarlanırken yaralanmıştı. İç kanaması vardı.
Büyük ihtimalle ölecekti ama buna güvenemezdim.
Sağ elimdeki kamam pelerinimin altında gizliydi. Sol elimle başını tuttum. Bugüne kadar o elimle rahatlatmak ve iyileştirmek için yüzlerce adamın kafasını tutmuştum. Onlar da bana bu oğlanın baktığı gibi bakmışlardı. Ümit ve güvenle...
Boğazını kesemeyecektim. Yüzünü yavaşça diğer yana çevirdim. Rupert’ın temiz öldürme eğitimlerinde hep karşı tarafın karşı koyacağı öğretisi vardı. Oğlan karşı koymadı, son hızla kamamı boynunun altına soktum
Onu yüzüstü karın üzerine bırakarak diğerlerinin yanına dönmek üzere yola çıktım.

Ağır yükümüz aşağıda battaniyelerin arasında bir sıranın üzerinde yatıyordu. Murtagh’la Cristabel’in güvertesinde fırtınayı seyretmek üzere buluştuk.
“Rüzgâr duracak gibi görünüyor,” dedim ümitle, ıslak parmağımı havaya kaldırarak.
Murtagh karamsar gözlerle bulutlara bakıyordu, limanın üzerinde kar yüklü kara bulutlar vardı. “Umarım yolculuk sorunsuz geçer, aksi takdirde oraya vardığımızda tekneden elimizde bir cesetle ineriz.”
Yarım saat sonra İngiliz Kanalı’nın dalgalı sularına varınca onun sözlerinin ne anlama geldiğini anladım.
“Deniz tutması mı? İskoçları deniz tutmaz.”
Murtagh sinirlendi. “Belki de o kızıl saçlı bir Hotanto’dur. Tek bildiğim şey yüzü çürümüş balık gibi yemyeşil ve durmadan kusuyor. Aşağı gelip kaburgaları göğsünü delmeden yardım edecek misin etmeyecek misin?”
“Lanet olsun!” diyerek o mis gibi havayı bırakıp kokusu hiç de hoş olmayan güverte altına indim. “Madem deniz tutuyordu neden bir tekneye binmek için ısrar etti?”
Bana gözünü kırpmadan baktı. “Çünkü o bu durumdayken karadan ilerleyemeyeceğimizi biliyordu, Eldridge’de de daha fazla kalamazdık, MacRannoch’un başı derde girerdi.”
“Bunun yerine denizde kendini öldürmeye karar verdi.”
“Evet, bu şekilde bir tek kendisi ölüyordu, başka kimse zarar görmüyordu. Hiç bencil değil, gördün mü? Bunu saklamaya da gerek yok,” diyerek Jamie’nin yanına ilerlemeye devam etti.
“Tebrik ederim,” dedim Jamie’ye bir ya da iki saat sonra, yüzümdeki pislikleri temizleyerek.
“Deniz tutmasından ölen yegâne insan olarak tıp tarihine geçeceksin.”
Yastığın üzerinde dönerek homurdandı. “Bütün bunları dışarı çıkarmaktan hiç mutlu değilim.” Yeniden kendini yana fırlattı. “Tanrım, yine başlıyor.” Murtagh’la yeniden yer değiştirdik. Bu koca adamı spazmlarla savrulurken tutabilmek güçsüz birinin yapabileceği bir iş değildi.
Bu sefer de bitince yeniden nabzını saydım, elimi ıslak alnına koydum. Murtagh yüzümdeki ifadeyi görünce beni dışarı çekti. “Hiçbir şey yolunda değil, değil mi?” dedi usulca.
“Bilmiyorum,” dedim çaresizlik içerisinde, terli saçlarımı kurumaları için rüzgâra çevirmiştim. “İşin açıkçası bugüne kadar deniz tutmasından ölen birini görmedim ama kan kusmaya başladı.” Küçük adamın geminin korkuluğunu tutan elleri kasıldı. “Kaburga kemiklerinin keskin uçlarının içerden bir zarar verip vermediğini anlayamıyorum. Sorun sadece midesi bile olsa çok fazla kustu.
İkisi de iyiye işaret değil. Nabzı çok zayıf ve düzensiz. Bu kalbini zorlar.”
“Onun aslan gibi bir kalbi vardır.” Bunu oldukça kısık sesle söylemişti, başta doğru duyduğumdan emin olamadım. Gözlerindeki yaşlar rüzgârdan olmuş olmalıydı. Hızla bana döndü. “Öküz gibi de bir kafası. Leydi Annabelle’in verdiği afyon yanında mı?”
“Evet, hepsi yanımda ama içmiyor; uyumak istemediğini söyledi.”
“Pekâlâ. Bazılarının ne istediği ve karşılığında ne elde ettiği çok farklı olur. Onun içinde şu an farklı bir durumun söz konusu olması anlamsız. Gel.”
Onu takip ederek aşağı indim. “Yutabileceğini sanmıyorum.”
“Bunu bana bırak. Şişeyi al ve onu doğrultmama yardım et.”
Jamie yarı baygındı, onu doğrultup kafasını tuttuğumuzda bize karşı koydu. “Ölüyorum,” dedi güçsüz bir sesle, “ne kadar çabuk olursa o kadar iyi. Gidin ve bırakın huzur içinde öleyim.”
Murtagh Jamie’yi saçından yakalayıp başını kaldırdı ve şişeyi dudaklarına dayadı. “Bunu yut bakalım küçük fındık faresi, yutmazsan boynunu kırmak zorunda kalırım. Sakın karşı koyma. Burnunu ve ağzını kapatırım, kulaklarından püskürür.”
Lallybroch’un genç reisi ikimize birden karşı koyamadı ve yavaşça afyonu içti. Öksürüp öğürüyordu. Jamie mümkün olduğunca içmeye çalıştı, yüzü yemyeşildi ve nefes alamıyordu. Her bulantıda Murtagh burnunu tıkıyordu, sonunda kanına karışan afyon etkisini gösterdi. Onu gevşemiş bir halde yatağın üzerine bıraktık, saçları, kaşları ve kirpiklerinin dışında her yeri yastıkla aynı renkteydi.
Bir süre sonra Murtagh güverteye geldi. “Bak,” diye elimle işaret ettim. Ufukta Fransız sahilleri görünmeye başlamıştı. “Kaptan üç dört saat içinde kıyıya varacağımızı söyledi.”
“Vakit geç olmadan,” dedi yol arkadaşım, alnındaki kahverengi saçları arkaya çekerek. Sonra bana dönüp en güzel hediyeyi verdi; gülümsedi.
Bir süre sonra yanımızdaki baygın yükü, iki şişman rahibin taşıdığı bir sedyeye yüklemiş Aziz Anne de Beaupré Manastırı’nın kapısından giriyorduk.

Yabancı Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin