MacRannoch

8 2 0
                                    

Kulübe karanlıktı ve bir köşede kocaman bir ayı duruyordu. Panik içinde yanımdaki adamın arkasına saklandım, daha fazla canavarla savaşmak istemiyordum. Adam beni kulübenin içine itti. Ateşe doğru sendeleyerek ilerlerken, bu iri yaratık bana döndü ve o anda onu ayı postuna sarınmış iri bir adam olduğunu anlayabildim.
Ayı postundan yapılmış bir pelerin demek daha da doğru olacaktı, iki ucu elimin büyüklüğünde gümüş bir broşla boyundan tutturulmuştu. Üzerine karşılıklı zıplayan iki geyik figürü kazınmıştı, başları üst eğimi oluşturuyordu. Kilit yeri kısaydı ve kaçan bir geyiğin kuyruğuna benziyordu.
Broşu detaylı olarak görebilmiştim çünkü burnumun dibinde duruyordu. Başımı biraz daha kaldırınca yine de yanılmış olduğumu ve onun gerçekten bir ayı olduğunu düşünmeye başladım.
Ayılar broş takmazdı, gözleri de böğürtlene benzemezdi; bunlar yuvarlak, koyu mavi parlayan gözlerdi. Bu gözler geniş yanaklarına gömülmüş gibiydi, siyah saçlarının arasında gümüş renkler de vardı. Aynı renkler pelerinin omuzlarında da vardı, kürkün eski kullanıcısıyla yeni kullanıcısı birbirine çok benziyordu.
Küçük, kurnaz gözler üzerimde dolaşıyordu, giysilerimi ve biri altın biri gümüş olan alyanslarımı süzdü. Ayı bir kişilik kazanmaya başlamıştı. “Bir takım zorluklarla karşılaşmış gibisiniz hanımefendi,” dedi resmi bir tavırla, başının üzerindeki karlar eriyordu ama hâlâ büyük bir kafası vardı. “Size bir yardımımız olabilir mi?”
Bir an ne cevap vereceğimi bilemedim. Bu adamların yardımına çok ihtiyacım vardı ama ağzımı açtığım anda İngiliz olduğum ortaya çıkacaktı. Beni buraya getiren okçu benden hızlı davrandı.
“Onu Wentworth yakınlarında buldum. Kurtlarla savaşıyordu. O bir İngiliz.” Bunu eklerken sesindeki tonlama böğürtlen gözlü adamın gözlerinin derinliklerinde sevimsiz bir bakış oluşmasına sebep oldu. Olduğum yerde iyice doğrulup başhemşire pozisyonumu bulmaya çalıştım.
“Doğuştan İngiliz, evlendikten sonra İskoç,” dedim güvenli bir sesle. “Adım Claire Fraser, kocam
Wentworth’de mahkûm.”
“Anladım,” dedi ayı yavaşça. “Benim adım MacRannoch ve şu anda benim arazimdesin. Elbisenden temiz bir aile kadını olduğun anlaşılıyor, bu kış gecesinde Eldridge Ormanı’nda tek başına ne yapıyorsun?”
Açık bir kapı yakalamıştım. Ona iyi niyetli olduğumu bildirme ve Murtagh’la Rupert’a ulaşma şansım vardı.
“Wentworth’e eşimin klanından olan birkaç adamla birlikte geldim. İngiliz olduğum için Wentworth’un kapılarından rahatça içeri alınacağımı ve belki de onu kaçırmanın bir yolunu bulabileceğimizi düşündük. Ama ben hapishaneyi başka bir kapıdan terk etmek zorunda kaldım. Arkadaşlarımı ararken kurtlar saldırdı ve bu beyefendi beni onlardan kurtardı.” Yanımda taş gibi sessiz duran iriyarı okçuya gülümsemeye çalışmıştım.
“Dişleri olan bir şeyle karşılaşmış olduğun kesin,” dedi MacRannoch, eteğimdeki yırtıklara bakarak. Şüphe yerini geçici olarak misafirperverliğe bıraktı.
“İyi misin? Sadece birkaç sıyrık mı? Titremenden üşümüş olduğunu anlayabiliyorum. Gel ateşin yanına otur. Sen bana arkadaşların hakkında daha fazla bilgi verirken Hector da sana yiyecek bir şeyler getirsin.” Ayağıyla üç bacaklı tabureyi ateşin önüne çekti ve kocaman elleriyle omuzlarıma bastırarak beni oraya oturttu.
Yanmakta olan kömürlerden çok ışık çıkmıyordu ama çok iyi ısıtıyordu. Donmuş ellerime sıcaklık yayılmaya başlayıp kanım doğru düzgün dolaşımını yerine getirmeye başlayınca istemeden hafifçe titredim. Bunda Hector’un deri matarasından aldığım birkaç yudumun etkisi de vardı.
İçinde bulunduğum durumu elimden geldiğince iyi bir şekilde anlattığımı sanıyordum ama bu yeterli olmamıştı. Hapishaneden çıkışım ve çıplak ellerimle öldürmüş olduğum kurt hikâyesine pek inanmamışlardı.
“Wentworth’a girmeyi başardın ama sanırım Sör Fletcher senin koridorlarda gezinmene izin vermedi. Sonra Komutan Randall’la zindanda karşılaştın ve o seni gizli bir kapıdan dışarı mı çıkardı?”
“Beni bırakmak için geçerli sebepleri vardı.”
“Neymiş onlar?” Böğürtlen gözlerdeki bakışlar acımasızdı.
Vazgeçip her şeyi açık açık anlatmaya karar verdim. Daha fazla sözü dolandıracak halim kalmamıştı.
MacRannoch bu kez inanmış görünüyordu ama hâlâ yardım etmeye yanaşmıyordu.
“Endişeni anlıyorum ama durumu sandığın kadar kötü olmayabilir.”
“Kötü olmayabilir mi?” Ayağımı öfkeyle yere vurdum.
Başını salladı. “Anlatmaya çalıştığım şey şu, eğer bu adam onu bu kadar çok istiyorsa, ona fazla zarar vermeyecektir. Beni affederseniz size bugüne kadar bu yüzden ölen birini görmediğimi söylemek isterim.” Ellerini çorba kâsesinin kenarından çekti.
“Size bundan hoşlanacağını söylemiyorum. Ama onu bu tecavüzden kurtarmak için Sör Fletcher’la kapışmaya değmeyeceğini düşünüyorum. Burada çok tehlikeli bir konumdayım, hem de çok tehlikeli.” Yanaklarını şişirerek kaşlarını kaldırdı.
Bir kez daha gerçek bir cadı olmadığım için büyük bir pişmanlık duymuştum. Olsaydım onu şu anda yerde sürünen bir kurbağaya çevirirdim.
Yutkundum ve ona meseleyi yeniden anlatmaya çalıştım.
“Ben onu tecavüzden kurtarmaya çalışmıyorum, ben onun boynuyla ilgileniyorum. İngilizler onu yarın sabah asacak.”
MacRannoch kafese tıkılmış bir ayı gibi ileri geri yürürken kıvranarak bir şeyler mırıldanıyordu. Sonunda önümde durarak burnunu benimkinin dibine uzattı. Hafifçe geri çekildim, yoksa o kadar bitkin değil miydim? Görünen o ki değildim.
“Sana yardım edeceğimi söylersem bunun nasıl bir faydası olacak?” diye kükredi. Dönüp odayı adımlamaya devam etti, iki adımda duvara ulaş, hızla kürkü çevir, iki adımda diğer duvar... Yürürken konuşmaya devam ediyordu, kelimeler adımlarını durdurmasına sebep oluyor, hemen ardından yeni bir adım daha atıyordu.
“Sör Fletcher’a gitsem ona ne söyleyeceğim? Ekibindeki komutanlardan biri boş vakitlerinde mahkûmlara işkence ediyor mu diyeceğim? Bunu nerden bildiğimi sorunca da adamlarımdan birinin gece vakti ormanda bulduğu Saksonyalı bir kadının bunu bana söylediğini ve bu kadının kocasının ölüme mahkûm edilmiş bir haydut ve katil olduğunu mu anlatacağım?”
MacRannoch durup pençesini masaya vurdu. “Ola ki beni oraya götürdün. Bu arada oraya nasıl girebileceğimizi bilmiyoruz, ola ki içeri girdik...”
Onun sözünü kestim. “İçeri girebilirsiniz, yolu gösterebilirim.”
“Hımm. Hadi bunu yaptık. Adamlarımın koridorlarında dolandığını gören Sör Fletcher ne yapacak? Ertesi sabah Komutan Randall’ı toplarıyla birlikte Eldridge’e gönderecek, olacak olan bu!” Yeniden başını salladı, başının etrafında siyah sinekçikler uçuştu.
“Hayır, yavrum. Bir çıkar yol göremi...”
Konuşması başka bir okçunun kulübenin kapısını açıp içeri bıçağının ucuyla dürtüklemekte olduğu Murtagh’ı sokmasıyla yarıda kesildi. MacRannoch durup şaşkınlıkla kapıya baktı.
“Bu da ne? Mayıs şenliklerinde miyiz, herkes buraya toplanıyor, ben ölümcül kış aylarında olduğumuzu düşünüyordum.”
“O benim eşimin klanındakilerden biri, size söylemiştim.”
Murtagh bu sıcak tanıştırılma sözcüklerinden hiç etkilenmemişti, gözlerini bu saçı sakalı birbirine karışmış adama dikmiş, bir şeyler hatırlamaya çalışıyor gibiydi.
“MacRannoch, değil mi?” dedi, adamı suçlar gibiydi. “Uzun bir zaman önce Leoch Kalesi’nde yapılan büyük toplantıdaydın.”
MacRannoch irkilmişti. “Oldukça uzun bir zaman önce! Hatta otuz yıl önce olduğunu söyleyebilirim. Bunu nereden biliyorsun?”
Murtagh keyifle başını salladı. “Ben de oradaydım, hatta büyük ihtimalle aynı sebeple orada bulunuyorduk.”
MacRannoch dikkatle Murtagh’ı inceliyor ve onun otuz yıl önceki halini hatırlamaya çalışıyordu.
“Tamam, buldum. Adını değil ama seni hatırlıyorum. Sen büyük av sırasında tek elinle ve kamanla o yaban domuzunu öldürmüştün. Çok yakışıklı bir hayvandı ve MacKenzie onun çift sarılan boynuzlarını sana hediye etmişti. Çok iyi bir iş çıkarmıştın.” Murtagh’ın yanaklarında belli belirsiz bir zafer sevinci oluştu.
Bir anda Lallybroch’taki bilezikleri hatırlayıverdim. Jenny onları annesine gizli bir hayranının verdiğini söylemişti. İnanmaz gözlerle Murtagh’a baktım. Otuz yıl önce onun tutkulu bir âşık olduğuna inanamıyordum.
Ellen MacKenzie’yi düşününce aklıma bir anda inciler geldi, onlar hâlâ cebimdeydi. Onu yakalayıp cebimden çıkarıp ateşin ışığına tuttum.
“Size ödeme yapabilirim,” dedim. “Adamlarınızın kendilerini boşu boşuna tehlikeye atmalarını istemem.”
Düşündüğümden çok daha hızlı davranıp incileri elimden kaptı. Gözlerini şaşkınlıkla onlara dikmişti.
“Bunları nereden buldun kadın? Senin adın Fraser değil miydi?
“Evet.” Çok yorgundum ama yine de başımı havaya dikmeyi başardım. “Ve bu inciler benim. Kocam onları bana evlendiğimiz gün verdi.”
“O zaman, o?” Sesi bir anda kısıldı. Elindeki incilerle Murtagh’a döndü.
“Ellen’ın oğlu... Bu kızın kocası Ellen’ın oğlu mu?”
“Evet,” dedi Murtagh her zamanki ruhsuzluğuyla. “Oğlanı görsen hemen tanırdın, annesinin burnundan düşmüş gibi.”
İncileri tuttuğu avcunu açtı ve onları okşadı.
“Bunları Ellen Mackenzie’ye ben vermiştim. Evlilik hediyesi olarak... Bunları karım olarak takmasını çok isterdim ama o başkasını seçmişti. Bunları onun boynundan başka bir yerde hayal edemiyordum. Ben de ona hediye ettim ve beni hatırladığı zamanlarda takmasını istedim.” Hafifçe burnunu çekti ve incileri bana geri verdi.
“Demek onlar artık senin. Onları sağlıklı ve güzel günlerde tak yavrum.”
“Bunun için elimden geleni yapıyorum,” dedim sesimdeki sabırsızlığı kontrol altına almayı çalışıyordum, bu duygusal sahnelerle harcayacak vaktim yoktu. “Kocamı geri almam için bana yardım ederseniz, bunu başaracağım.”
Adamın küçük pembe dudakları bir anda kasıldı.
“Ah,” dedi sakalını çekiştirerek. “Anlıyorum ama sana daha önce de söylediğim gibi, bunu nasıl yapacağımızı bilemiyorum. Evde beni bekleyen bir karım ve üç çocuğum var. Ellen’ın oğluna biraz yardım etmek istiyorum ama sen çok büyük bir yardım istiyorsun.”
Bacaklarım beni taşımayı bıraktı ve yere çöktüm, omuzlarım sarsılıyordu ve başım önüme düşmüştü. Umutsuzluk beni içine çekmeyi başarmıştı. Gözlerimi kapayıp o hiçbir şeyin olmadığı, karanlık noktaya ilerlemeye başladım, çok uzaklardan Murtagh’ın tartışan sesini duyuyordum.
Ayıldığımda bir sürü sığır çığlığı duydum. MacRannoch kulübenin bir ucunda dönüp duruyordu. Sığırları susturmaları için adamlarına bağırmak üzere kapıyı açınca içerisi buz gibi oldu. O kapıyı aynı hızla kapatırken ne yapacağımızı sormak üzere Murtagh’a döndüm.
Yüzündeki ifadeyi görünce kelimeleri hemen yuttum. Onun hislerini yüzüne yansıttığına birkaç kez tanık olmuştum, bunlar genellikle acı dolu bakışlardı, oysa şu an yüzü bastıramadığı bir mutlulukla doluydu.
Kolunu yakaladım. “Ne oluyor? Hemen anlat!”
MacRannoch önüne genç bir delikanlıyı alıp tekrar kulübeye girmeden önce, “İnekler! Onlar MacRannoch’un!” demeyi başardı.
Genç adamı duvara doğru itti. MacRannoch burun buruna sorgulama tekniğini seviyordu, bunu benim üzerimde de denemişti. Adam benden daha az yorgun ve daha hazırlıklı olmalıydı, korkuyla ondan uzaklaşıp duvara yapışmıştı.
MacRannoch konuşmaya mümkün olduğunca tatlı bir sesle başladı. “Bak Absalom, seni üç saat önce kırk hayvandan oluşan sürüyü toplamaya gönderdim. Sana onları bulmanın önemli olduğunu anlatmıştım, çünkü lanet olasıca kar fırtınası çok yakında.” Sesi yavaş yavaş yükseliyordu. “Dışarıda sığır seslerini duyduğumda içimden ne dediğimi biliyor musun? Marcus, bak Absalom gidip bütün sürüyü getirdi, ne kadar başarılı bir delikanlı, artık evimize dönüp ateşin önünde huzur içinde oturabileceğiz, dedim. Sığırlarda ağıllarında yatacaklardı.”
Kocaman ellerinden biri Absalom’un ceketinin yakasına yapışmıştı. Parmaklarının arasındaki kumaş buruşmaya başlamıştı.
“Seni kutlamak üzere dışarı çıktığımda hayvanları saydım ve ne gördüm? Kaç tane saydığımı söyler misin bana Absalom?” Sesi artık bir kükremeye dönüşmüştü. Etkileyici bir sesi yoktu ama ciğerlerindeki güç üç kişiye bedeldi.
“On beş!” diye bağırırken Absalom’u havaya kaldırdı. “Kırk yerine on beş sığır! Diğerleri nerede? Karlarda donmaya mahkûm bekliyorlar!”
Bu konuşmalar olurken Murtagh köşede gölgeye saklanmış sessizce bekliyordu. Bu sözler üzerine gözlerinde beliren eğlenceli parıltıyı kaçırmadım. Bir anda bana ne söylemek istediğini çözmüştüm, Rupert’ın nerede olduğunu da. Tam olarak nerede olduğunu bilmesem bile neyle meşgul olduğunu gayet iyi biliyordum. Yeniden ümitlenmeye başladım.

Yabancı Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin