Büyük bir yorgunlukla yatağa uzandım. Davie Beaton’dan geride kalanları didik didik etmiştim, elimdeki malzemelerin yetersizliğine rağmen birkaç hastaya bakmıştım ve kendimi yeniden işe yarar hissetmeye başlamıştım, bu çok garipti. Parmaklarımın altında yeniden insanları hissetmek, onların nabızlarına bakmak gibi hayatımda hep yapmış olduğum işleri yapmak, o kayadan düştüğümden beri yaşamakta olduğum paniği bastırmıştı. Bambaşka bir yerde bambaşka şartlarda olmama rağmen gerçek insanlarla uğraşmak onların sadece insan olduklarını bilmek beni rahatlatmıştı. Etten kemikten, kalp atışlarını hissedip ciğerlerini dinlediğim insanlar. Bir kısmı kötü kokan, üzerinde bitler dolaşan pis insanlar, bunların hiçbirine yabancı değildim. Sahra hastanesindeki koşullardan çok da farklı değildi ve buradaki yaralanmalar onlara göre çok daha önemsizdi. Yeniden acıları dindirmek, eklemleri yerine oturtmak, hasarları onarmak çok keyifliydi. Başkalarının sağlığından sorumlu olmak kötü kaderime lanet ederek oturmaktan kurtarmıştı beni, bana bu işi önerdiği için Colum’a teşekkür borçluydum.
Colum Mac Kenzie. Değişik bir adamdı. Kültürlü, nazik, kusurları hoş gören, düşünceli, özündeki sertliği başarıyla saklamayı becerebilen bir adamdı. Bu sertlik Dougal’da çok daha görünür durumdaydı. O tam bir savaşçı olarak doğmuştu. İkisini yan yana görünce hangisinin daha kuvvetli olduğu ortaya çıkıyordu. Bacakları bükülü de olsa Colum efendiydi, reis oydu.
Hastalığı Touluse-Lautrec Sendromuydu. Bu vakayla hiç karşılaşmamıştım ama anlatılanları duymuştum. Adını o hastalığa sahip olan çok önemli bir kişiden almıştı (tabii o daha doğmamıştı, bunu unutmamalıydım), kemik ve bağ dokuları dejenerasyonu. Ergenlik çağına kadar genellikle kendini göstermeyen bir hastalıktı, vücut geliştikçe kırılgan durumda bulunan bacak kemikleri bu ağırlığı taşıyamaz ve aşağı doğru bükülme, kırılmalar ve yanlış kaynamalar başlardı.
Cildinin solgunluğu ve buruşukluğu da bu hastalığın belirgin özelliklerinden biri olan dolaşım bozukluğunun göstergeleriydi. El ve ayak parmaklarındaki kuruluk ve nasırlar da diğer belirtilerdi. Bacakları eğilip büküldükçe omurgasına çok daha fazla yük biniyor ve hastaya büyük bir rahatsızlık veriyordu. Bir yandan buklelerimle oynuyor bir yandan da okumuş olduğum makaleyi hatırlamaya çalışıyordum. Erken yaşta geçirilmiş arterit hastalığı sonrasında akyuvar sayıları azalıyor, bu da vücudu enfeksiyonlara çok daha duyarlı hale getiriyordu. Dolaşım bozukluğu ve bağ dokularının zayıflığından dolayı hastalar kısır hatta iktidarsız bile olabiliyorlardı.
Bir anda aklıma Hamish geldi. Oğlum demişti gururla bizi tanıştırırken. Demek iktidarsız değildi. Ya da öyleydi. MacKenzie erkeklerinin birbirine bu kadar çok benzemeleri Letitia için bir şans olmuş olabilirdi.
Kapının vurulmasıyla bu derin düşüncelerden kopmak zorunda kaldım. Burada bol miktarda bulunan erkek çocuklardan biri Colum’un davetini bana bildirmek üzere bekliyordu. Salonda şarkı söyleneceğini ve bu eğlenceye katılmak istersem Colum’un oradaki varlığımdan şeref duyacağını söyledi.
Son kuramlarımdan sonra Colum’la görüşmeyi çok istiyordum. Aynaya şöyle bir göz atıp saçımı düzelttikten sonra kapıyı arkamdan kapadım ve refakatçimle birlikte soğuk, esintili koridorlarda yürümeye başladım.
Bu gece salon daha farklıydı, bütün duvarlara çamdan yapılmış meşaleler yerleştirilmişti, oldukça şenlikli bir görüntü vardı. İçinde her zaman şişler ve kazanlar bulunan devasa ocak, akşam yemeğinden sonra işlevini değiştirmişti, içinde yavaş yavaş yanmakta olan koca iki kütüğün bulunduğu bir şömineye dönüşmüştü. Şişler katlanıp bacanın içinde bulunan mağaramsı aralıklara kaldırılmıştı.
Masa ve sıralar hâlâ oradaydı ama kenara çekilmiş ve şöminenin önünde boş bir alan yaratılmıştı. Burası eğlencenin odak noktası olacak gibi görünüyordu, Colum’un büyük oymalı koltuğu bu açıklığın bir kenarına yerleştirilmişti. Colum orada oturuyordu, bacaklarının üzerine renkli bir örtü konmuştu, kolaylıkla ulaşabileceği bir yere de üzerinde bir sürahi ve bir kadehin bulunduğu küçük bir masa bırakılmıştı.
Kemerli girişte tereddüt ederek durduğumu görünce çok sıcak bir hareketle beni selamladı ve eliyle yanındaki sırayı gösterdi.
“Aşağı geldiğiniz için çok mutlu oldum, Bayan Claire,” dedi samimiyetle. “Gwyllyn, şarkılarını duyacak yeni bir kulağın varlığına çok sevinecek, biz onu her zaman büyük bir keyifle dinliyoruz.” MacKenzieler’in reisi yorgun görünüyordu; geniş omuzları hafifçe çökmüş, yüzündeki çizgiler daha derinleşmişti.
Anlamsız birkaç sözcük geveledikten sonra salonu seyretmeye başladım. İnsanlar gelmeye başlamıştı, arada bir dışarı çıkanlar da oluyordu. Küçük gruplar halinde sohbet ediyorlardı, bir kısmı yavaş yavaş duvarın önünde bulunan sıralara oturmaya başlamıştı.
“Çok özür dilerim,” diyerek Colum’a döndüm, gürültünün içerisinde ne söylediğini tam olarak algılayamamıştım. Elindeki çan şeklinde yapılmış açık yeşil sürahiyi bana uzatıyordu. İçindeki sıvı engin denizlerin renginde gibi görünüyordu, kadehe boşaltılınca bunun mükemmel bir aromaya sahip bir pembe şarap olduğunu gördüm. Lezzeti de görüntüsünün vaatlerini yerine getiriyordu, huşu içinde gözlerimi kapattım, her bir yudumu yutmadan önce ağzımda tutup oluşan minik köpüklerin damağımı gıdıklamasının tadını çıkarıyordum.
“Güzel, değil mi?” O derinden gelen seste bir keyif vardı, gözlerimi açtığımda Colum’un gülümseyerek bana baktığını gördüm.
Cevap vermek için ağzımı açtığımda şarabın yumuşak tadının aldatıcı olduğunu fark ettim, ses tellerini kısa bir süre felce uğratacak kadar sert bir şaraptı.
“Mükemmel,” dedim güçlükle.
Colum başını salladı. “Evet, bu Ren bölgesinden, daha önce hiç içmediniz mi?” O sürahiyi uzatıp kadehimi yeniden o yeni açan gülün rengine boğarken başımı iki yana salladım. Kendi kadehini sapından tutarak ateşe doğru çevirdi, şarabın rengi kızıla dönmüştü.
“İyi şaraptan da anlıyorsunuz,” dedi, kadehini hafifçe sallıyor ve aromanın tadını çıkarıyordu. “Gerçi bu çok doğal, ailenizin Fransız olduğunu söylemiştiniz yanılmıyorsam. Ya da yarı Fransız demeliyim belki de,” diyerek kendi sözlerini hafif bir gülümsemeyle düzeltti. “Fransa’nın hangi bölümünden gelmişler?”
Ufak bir tereddütten sonra mümkün olduğunca gerçeklere bağlı kalmak kuralını hatırladım ve cevap verdim. “Bu geçmişten gelen bir bağlantı, çok yakın değil ama bir kısmı hâlâ Compiègne’nin kuzeyinde yaşıyor olabilirler.” Söyler söylemez ben de bu gerçeğin farkına vardım ve hafifçe ürperdim, gerçekten de akrabalarım orada yaşıyorlardı. Yalan söylememiştim.
“Siz hiç oraya gitmediniz mi?”
Kadehimi hafifçe çalkalarken başımı onu onaylarcasına öne eğdim. Gözlerimi kapatıp şarabın o güzel kokusunu bir kez daha içime çektim.
“Hayır,” dedim, gözlerim hâlâ kapalıydı. “Oradaki akrabalarımla hiç tanışmadım.” Gözlerimi açtığımda onun beni incelediğini gördüm. “Size zaten bunu söylemiştim.”
Başını salladı, kafası karışmışa benzemiyordu. “Öyle yapmıştınız.” Siyah gür kirpiklerinin arasından görünen gözlerinin grisi çok güzeldi. Colum MacKenzie çok çekici bir adamdı, en azından beline kadar. Gözlerim onun arkasında, ateşin önünde duran küçük gruba takıldı. Karısı Letitia ve birkaç hanım arkadaşı Dougal MacKenzie ile hararetli bir sohbete dalmışlardı. O da çok çekiciydi ve tamdı.
Dikkatimi tekrar duvardaki süslemeleri düşünceli bir şekilde izlemekte olan Colum’a çevirdim.
“Ve size daha önce de söylemiş olduğum gibi,” diyerek aniden söze girdim ve onun dikkatini tekrar kendi üzerimde topladım, “bir an önce Fransa’ya doğru yola çıkmak istiyorum.”
“Bunu da söylemiştiniz,” derken bir kaşını soru sorar bir ifadeyle yukarı kaldırdı ve sürahiyi gösterdi. Kadehimi uzattım, diğer elimle yarısına kadar doldurmasını belirten bir hareket yapmama rağmen o kadehimi ağzına kadar doldurdu.
“Evet, Bayan Beauchamp, benim de size daha önce söylemiş olduğum gibi,” diye söze başladı, gözlerini doldurmakta olduğu şaraptan ayırmamıştı. “Yolculuğunuz için gerekli ayarlamalar yapılana kadar bir süre burada kalmanız gerekiyor. Ayrıca bunun için acele etmemize de gerek yok, daha baharın başındayız, Kanal’ı geçmenizi zorlaştıracak sonbahara ve fırtınalara daha aylar var.” Hem sürahiyi hem de başını kaldırdı ve kurnaz bir bakışla gözlerini bana dikti.
“Bu arada bana Fransa’daki akrabanızın adını verirseniz ona haber gönderebilirim ve sizi karşılamaya hazırlıklı olurlar, olur mu?”
Blöf açılmıştı, evet-belki-olabilir gibi saçma sapan kelimeleri ardı ardına sıralamaktan başka çarem kalmamıştı. Bu sözcükleri ağzımın içinde geveledikten sonra, şarkılar başlamadan önce gerekli ihtiyaçlarımı karşılamak bahanesiyle özür dileyerek hızla yanından ayrıldım. Oyun ve set Colum’undu ama henüz maç bitmemişti.
Bahanem çok da uydurma değildi, kalenin karanlık koridorlarında dolaşarak aradığım yeri bulmam biraz zamanımı aldı. Geri dönerken kadehim hâlâ elimdeydi, salona giden ışıklı ve kemerli koridoru buldum. Biraz daha ilerleyince bunun Colum’un oturmakta olduğu bölümün tam aksi yönündeki aşağı giriş olduğunu anladım. İşin aslında şu an bu benim için daha uygundu, göze batmadan odaya girdim, sohbet eden insanların arasından biraz güçlükle de olsa geçmeyi başarıp duvarın önünde duran sıralardan birine ulaştım.
Salonun diğer tarafına baktığımda taşımakta olduğu küçük harpı kontrol etmekte olan zayıf bir adam gördüm, bu ozan Gwyllyn olmalıydı. Colum’un işaretiyle, hizmetlilerden biri süratle ona bir tabure getirdi. Ozan tabureye oturup harpı önüne yerleştirdikten sonra kulağını ona yaklaştırıp akordunu kontrol etmeye başladı. Colum sürahisinden yeni bir kadehe şarap doldurduktan sonra hizmetlisini çağırıp kadehi ozana gönderdi.
“Ooo, şarkıcısını çağırdı, kadehini istedi, kemancıları da çağırdı,” diye garip bir şarkıyı kısık sesle söylemeye başladığımda Laoghaire denilen kızın tepkili bakışlarıyla karşılaştım. Üzerinde altı tane şaşı gözlü köpeğiyle birlikte duran bir avcının resmi işlenmiş olan bir kilimin altında ürkek bir tavşan gibi oturuyordu.
“Sence de biraz fazla değil mi?” dedim teklifsizce elimi kilime doğru sallayarak, bu arada yanına oturuvermiştim.
“Ah! Ne, evet,” dedi mesafeli bir tavırla hafifçe yana kayarken. Onunla sohbet etmeye çalıştım ama sorularıma genellikle tek heceli sözcüklerle cevap verdi. Onunla her konuşmaya başladığımda da kızarıyordu, sonunda vazgeçtim ve odanın diğer tarafında bulunan sahneye bakmaya başladım.
Harp başarıyla akort edildi. Bunun ardından Gwyllyn ceketinden üç ayrı boyda ahşap flüt çıkarıp önündeki küçük masanın üzerine koydu, her şey hazırdı.
Birden Laoghaire’in benim baktığım yöne bakmadığını fark ettim. O, ozanla ve aletleriyle ilgilenmiyordu. Kasılmış bir şekilde sürekli olarak aşağıdaki girişe bakıyor, dikkat çekmemek için de bunu yaparken geriye yaslanıp kilimin gölgesine saklanıyordu.
Onun bakışlarını takip edince, uzun boylu, kızıl saçlı Jamie Mac Tavish’in salona girdiğini gördüm.
“Ah, cesur kahramanın geldi! Ondan hoşlanıyorsun, değil mi?” diye sordum yanımda oturan kıza. Başını şiddetle iki yana salladı ama kızaran yanakları onu çoktan ele vermişti.
“Dur bakalım bu konuda neler yapabiliriz?” dedim samimiyetle, kendimi yüce bir iş yapacakmış gibi hissediyordum. Ayağa kalkıp onun ilgisini çekmek için elimi salladım.
Genç adam işaretimi gördü ve gülümseyerek kalabalığın içinden bize doğru ilerlemeye başladı. Avluda aralarında ne geçtiğini bilmiyordum, kızı selamlayışı sıcaktı ama hâlâ resmiydi. Benim önümde eğilirken daha rahattı, bugüne kadar yaşadıklarımızdan sonra bana yabancı muamelesi yapamazdı.
Salonun öbür ucundan gelen belli belirsiz birkaç nota sesi dinletinin başlamak üzere olduğunu fark etmemize sebep oldu ve hemen yerimize oturduk. Jamie ortamıza oturmuştu.
Gwyllyn silik bir kişilikti, ince bir kemik yapısı ve kahverengi saçları vardı ama şarkı söylemeye başladığı anda bunları görmemeye başlıyordunuz. Kulakları mest ederken gözlerinizin dinleneceği bir odak noktasıydı sadece. İskoçça basit bir şarkıyla başladı, satır sonları kafiyeliydi ve harp nağmeleriyle şarkısına eşlik ediyordu. Harpa dokunuşu yerli yerinde ve mükemmeldi, bu kafiyeler o dokunuşlarla sanki yeniden tekrarlanıyordu. Başlangıçta sesi de son derece yalın ve aldatıcıydı. Şarkı ilerledikçe ağzından çıkan her bir notanın bir billur temizliği ve parlaklığında olduğunu hissediyordunuz. Sözleri anlamamak şarkının ne kadar dokunaklı ve acı olduğunu anlamınızı engellemiyordu. Sesi beyninizin içinde çağıldıyordu.
Şarkı kocaman bir alkış aldı. Şarkıcı hemen ikinci şarkıya geçti, bu seferki Galce idi ya da bana öyle geldi. Bu sesler bana son derece akortlu bir şekilde gargara yapılıyor hissini veriyordu ama etrafımdaki herkes şarkıyı rahatlıkla takip edebiliyordu, ilk duyuşları olmadığı kesindi.
Aralardan birinde kısık sesle Jamie’ye sordum. “Gwyllyn uzun süredir kalede mi?” Sonra hatırladım ve, “Ah, ama bunu sen bilemezsin ki. Senin de buraya yeni geldiğini unuttum,” dedim.
“Burada daha önce de bulunmuştum,” diye cevap verdi, bana dönmüştü. “On altı yaşlarımdayken bir yıl burada kalmıştım ve o zaman Gwyllyn buradaydı. Colum onun müziğini çok sever. Burada kalması için ona iyi para öder. Bunu yapmak zorunda çünkü bu Galli dilediği reisin şöminesinin önünde şarkı söyleyebilir, herkes onun peşindedir.”
“Senin burada olduğun zamanı hatırlıyorum.” Bu sözleri Laoghaire söylemişti, yine kızarmıştı ama sohbete katılmaya karar vermişti. Jamie hafif bir gülümsemeyle başını ona doğru çevirdi.
“Öyle mi? O zamanlar sen yedi, sekiz yaşlarındaydın. Beni hatırlayacak kadar çok gördüğünü sanmıyorum.” Arada kibarca bana döndü. “Galce biliyor musun?”
“Hatırlıyorum işte,” diye devam etti Laoghaire. “Sen, beni o zamandan hatırlıyor musun?” Elleriyle eteklerini kurcalayıp duruyordu.
Jamie’nin dikkati bir anda salonun diğer ucunda İskoçça bir şeyler tartışan gruba yönelmiş gibiydi.
“Ah, hayır, sanmıyorum,” dedi gülümseyerek, dikkatini yeniden kıza çevirmişti. “Ama bu çok doğal. On altı yaşında kendini büyümüş ve önemli zanneden bir genç burnu sümüklü çocuklarla ilgilenmez.”
Bu sözleri söylerken aslında kendini küçümsüyordu, bunu ben anlamıştım ama Laoghaire öyle görünmüyordu. Laoghaire’in kendini toplaması için bir zamana ihtiyacı olduğunu düşünerek hızla konuşmaya daldım. “Hayır, Galce tek kelime bile bilmiyorum. Sen ne söylediğini anlıyor musun?”
“Elbette.” Jamie ezbere bildiği belli olan şarkının sözlerini İngilizceye çevirmeye başladı. Bu oldukça eski bir parçaydı, genç bir kıza âşık olan genç bir adamın (başka ne olabilir ki?) hikâyesiydi. Adam fakir olduğu için kendini kıza layık görmüyor ve zengin olmak için denize açılıyordu. Gemisi batıyor, kendisini tehdit eden deniz yılanlarıyla boğuşuyor, denizkızlarıyla karşılaşıp büyüleniyor, maceralara atılıyor, hazine buluyor ve aşkını bulmak içine evine geri döndüğünde onu fakir ama ondan çok daha sağduyulu olduğu belli olan en yakın arkadaşıyla evlenmiş buluyor.
“Sen olsan hangisini yapardın?” diye sordum, dalga geçiyordum. “Parası olmadan evlenmeyen adam mı olurdun ya da parayı boş verip kızı alan adam mı?” Bu soru Laoghaire’e ilginç gelmiş olmalıydı, şu ana kadar Gwyllyn’in flütünü pür dikkat dinliyormuş gibi görünen genç kız, sorunun cevabını duyabilmek için kafasını öne uzatıvermişti.
“Ben mi?” Soru Jamie’yi de eğlendirmişti. “İlerde para kazanma umudu olsa da, başlangıçta hiç parası olmayan bir adam olarak benimle evlenmeyi kabul eden bir kız bulduğum için çok şanslı olduğumu düşünürdüm.” Sırıtarak başını salladı. “Deniz yılanlarını hazmedemem.”
Devam etmek üzere ağzını açtı ama elini çekinerek kolunun üzerine koyan Laoghaire tarafından susturuldu. Laoghaire kızararak, elini ateşe değmiş gibi hemen geri çekti.
“Sessiz olun... Öyküyü anlatmaya başlıyor. Dinlemek istemiyor musun?”
“Elbette.” Jamie öne doğru eğilerek beklemeye başladı, birdenbire görüşümü kapattığını fark edip beni diğer tarafa geçmeye zorladı. Laoghaire’in bu yer değişikliğinden hiç hoşnut olmadığını fark ettim ve buna itiraz ettim ama Jamie kararlıydı.
“Şimdi çok daha rahat seyredeceksin. Ayrıca İskoçça konuşursa kulağına neler söylediğini fısıldayabilirim.”
Ozanın gösterisinin her bölümü büyük alkış alıyordu. O çalarken insanlar kısık sesle birbirleriyle sohbet ederek harp nağmelerinin altında hafif bir uğultu oluşturmuşlardı. Şu an ise salona beklenti dolu bir sessizlik çökmüştü. Gwyllyn’in konuşma tonu da pırıl pırıldı ağzından çıkan her kelime yüksek tavanlı büyük salonun her yerine rahatlıkla ulaşıyordu.
“İki yüz yıl önceydi...” İngilizce konuşuyordu, bir anda bir deja vu yaşadığımı düşündüm. Ness Gölü’nde bize Büyük Vadi’nin öykülerini anlatan rehberimiz gibi konuşuyordu.
Bu bir hayalet ya da kahramanlık öyküsü değildi, Minik Irk’ın öyküsüydü.“ Minik Irk Klanı, Dundreggan yakınlarında yaşıyordu. Bu tepenin üzerinde yaşayan bir ejderha, Fionn burada katledilip öldüğü yere gömülünce buranın adı Ejderha Tepesi anlamına gelen Dundreggan oldu. Fionn’un ölümünden sonra Feinnler de yok oldu ve Küçük Irk klanı yaşamak için buraya geldi. Bu klan insanoğlu kadınlarından kendi peri yavrularına sütannelik etmelerini istediler, onlara göre insanlar perilerin sahip olmadığı pek çok özelliğe sahipti. Bu özelliklerin süt yoluyla kendi yavrularına geçeceğini düşünüyorlardı.”
“Dundregganlı Ewan MacDonald, karısı ilk oğullarını doğururken, dışarıda, karanlıkta hayvanlarıyla ilgileniyordu. Ani bir rüzgâr onu sarmaladı ve rüzgârın içinde karısının feryatlarını duydu. Hâlâ doğum öncesi çığlıklarını atıyordu, ses her yerdeydi. Ewan Mac Donald döndü ve bıçağını Trinity adına rüzgâra doğru fırlattı. Karısı sağ salim yanına yere düştü.”
Öykü sona erdiğinde herkes “ah” çekmekle meşguldü. Bunun ardından bu Küçük Irk’ın insanoğluyla ilişkiye girmekle ne kadar büyük bir akıllılık etmiş olduğuna dair bir takım öyküler daha anlattı. Bunların bir kısmını İngilizce bir kısmını da Galce kullanarak anlatıyordu, kafiyelere dikkat ediyor ve o anda hangi dil daha etkili olacaksa onu kullanıyordu, bu da öyküsüne ayrı bir hava katıyordu. Jamie verdiği sözü tuttu ve bana kısık sesle çevirilerini yaptı, bunu büyük bir rahatlıkla yapıyordu, bu öyküleri daha önce çok dinlemiş olduğunu düşündüm.
Bu öykülerin arasında, gecenin bir yarısı sihirli tepeye gidip tepedeki kayaların ona kadın sesiyle söylediği “hüzünlü” şarkı dikkatimi çekmişti. Kayalara iyice yaklaşmış ve şu sözcükleri duymuştu: “Ben Balnain reisinin karısıyım, Akrabalarım beni esir aldı.”
Bu sözleri duyan adam Balnain’in evine gittiğinde karısının ve oğlunun kayıp olduğunu öğrendi. Adam telaşla bir rahip bulup sihirli tepeye götürdü. Rahip tepeyi ve kayalıkları kutsal suyla kutsadı. Birdenbire hava karardı ve her yanı gök gürültüsüne benzer bir uğultu sardı. Birdenbire ay bulutlardan sıyrıldı ve otların üzerinde yatmakta olan Balnain kadını, kucağında çocuğuyla birlikte görüntüye girdi. Kadın çok uzun bir yolculuk yapmış gibi yorgundu ama nerede olduğunu ve oraya nasıl geldiğini bilmiyordu.
Salonda bulunanların da anlatacak öyküleri vardı, onlar ateşin önünde durup bunları anlatırken Gwyllyn taburesinde şarabını yudumlayarak dinleniyordu. Bu öyküler salonda bulunanları mest etmişti.
Bazılarını duymakta zorlanıyordum. Ben de mest olmuştum, ama bunu kendi kendime başarmıştım; şarap, müzik ve sihirli öyküler beni başka düşüncelere doğru itmişti.
“İki yüzyıl önceydi...”
İskoç öykülerinde her şey iki yüzyıl öncesinde geçer, demişti Peder Wakefield. Bu bir varmış bir yokmuşla aynı anlama gelir.
Ve kadınlar sihirli tepenin kayalıklarında tuzağa düşerler. Nerede olduklarını bilmezler, uzun yolculuklar yapıp geri dönerler ve bunu nasıl yaptıklarını bilmezler.
Tüylerim diken diken olmaya başlamıştı, tedirgin bir tavırla onları ovaladım. İki yüz yıl. 1945’ten 1743’e; aynı sayılırdı. Kayalıklar aracılığıyla yolculuk yapan kadınlar. Bu yolculuğu hep kadınlar mı yapıyordu? Bunu merak etmiştim.
Bir anda başka bir şeyi daha fark ettim. Kadınlar geri dönmüştü. Kutsal su, büyü, bıçak... Ne olursa olsun geri dönmüşlerdi. Belki de bu gerçekten mümkündü. Craigh na Dun’a, dikilitaşların oraya dönmem gerekiyordu. Çok heyecanlanmıştım, kendimi kötü hissediyordum, sakinleşmek için kadehime uzandım.
“Dikkat et!” Yanıma koymuş olduğum kadehi el yordamıyla almaya çalışırken kenarına çarptım. Jamie uzun kollarını üzerimden uzatıp kadehi kötü sondan kurtardı. Kocaman iki parmağıyla onu sapından yakaladı ve kaldırıp kokladı. Kadehi bana uzatırken kaşları havaya kalkmıştı.
“Ren şarabı,” diye açıkladım.
“Evet, biliyorum.” Gözlerinde hâlâ sorular vardı. “Colum’un şarabı, değil mi?”
“Evet, neden? Tadına bakmak ister misin? Çok güzel.” Kadehi ona uzattım. Ufak bir tereddütten sonra kadehi aldı.
“Gerçekten güzel,” dedi bana geri verirken. “Çok da sert... Colum geceleri bacaklarının ağrısını daha az hissetmek için bunu içiyor. Bundan ne kadar içtin?” diye sorarken gözlerini kısmış bana bakıyordu.
“İki yok, üç kadeh,” dedim ağırbaşlı bir tavırla. “Sarhoş olduğumu mu ima ediyorsun?”
“Hayır,” dedi kaşları hâlâ yukarıdaydı, “olmamandan çok etkilendim. Colum’la birlikte bunu içenlerin çoğu ikinci kadehten sonra masanın altından toplanır.” Elini uzatıp kadehi benden aldı.
“Yine de, daha fazla içmesen iyi olur, yoksa merdivenleri çıkamayacaksın.” Kadehi hafifçe salladıktan sonra içindekini bitirdi ve boş kadehi yüzüne bile bakmadan Laoghaire’in eline tutuşturdu.
“Bunu geri götürürsün değil mi?” diye sordu rahat bir tavırla. “Oldukça geç oldu ve Bayan Beauchamp’ı odasına götürmem gerekiyor.” Beni dirseğimden tutarak çıkışa yönlendirdi. Kız arkamızdan bakıyordu, o an bakışlar insanı öldüremediği için içimden şükrettim.
Jamie odama kadar benimle geldi ve beni çok şaşırtan bir hareketle odaya girdi. Kapıyı kapatır kapatmaz üzerindeki gömleği çıkarınca sürpriz sona erdi. İki gündür çıkarmak için peşinden koşturduğum sargıyı tamamıyla unutmuştum.
“Bunu çıkarırsan çok mutlu olacağım,” dedi kolunun altındaki yapay ipek ve ketenleri ovalayarak.
“Çok rahatsız ediyor.”
“Kendi başına çıkarmamış olmana çok şaşırdım,” diyerek çözmek üzere uzandım.
“İlk sargının başına gelenlerden sonra bana nasıl kızdığını hatırladım,” dedi arsızca sırıtarak. “Eğer dokunursam popoma bir şaplak yiyeceğimi düşündüm.”
“Eğer susup şuraya oturmazsan o şaplağı şimdi yiyeceksin,” dedim alayla. Ellerimi iyi olan omzunun üzerine koyup dengemi sağlamaya çalışarak onu tabureye çektim.
Askıyı çözüp omzunu kontrol ettim. Hâlâ hafif şişti ve üzerinde morluklar vardı ama kas zedelenmelerine ait hiçbir iz kalmamıştı.
“Madem bundan kurtulmayı bu kadar çok istiyordun, neden dün akşamüstü çıkarmama izin vermedin?” Dünkü tavrı beni şaşırtmıştı, o da acı çekiyordu, keten sargının sert kenarları derisini kızartmış, yer yer zedelemişti. Sargıları dikkatle açtım, altı tertemizdi.
Yan yan bana baktı, tam bir koyuna benziyordu. “Şey, Alec’in önünde gömleğimi çıkartmak istemedim.”
“Ne kadar da namuslusun,” dedim kuru bir sesle, eklemi kontrol etmek için kolunu kaldırırken. Bu hareket onu hafifçe yerinden sıçrattı ama sesini çıkarmadı.
“Öyle olsaydım şu an odanda yarı çıplak oturmazdım, öyle değil mi? Derdim sırtımdaki izler.” Havalanan kaşlarımı görünce açıklamaya devam etti. “Alec kim olduğumu biliyor, kırbaçlandığımı da biliyor ama bunu görmedi. Bir şeyi duymakla görmek arasında büyük fark vardır.” Omzundaki hafif acıyla birlikte gözlerini yere indirdi. “Anlatmak istediğim şeyi anlayamayabilirsin. Bir erkek yaralandığında ya da zarar gördüğünde bunu başkalarının bilmesi çok önemli değildir çünkü bu ona olan bakışlarını değiştirmez. Alec kamçılandığımı biliyor, kızıl saçlı olduğumu da biliyor, onun için bu ikisinin arasında bir fark yok haliyle bana olan tavrı da hep aynı.” Anlayıp anlamadığımı görebilmek için başını yukarı kaldırdı.
“Ama onları görünce, bu biraz,” doğru kelimeleri bulmakta güçlük çeker gibiydi “daha kişiselleşiyor, demek istiyorum. Yani eğer yara izlerini görürse bundan sonra beni her görüşünde onları hatırlayacak. Ben de onun bunu düşündüğünü anlayacağım ve bu olayı hep hatırlamak durumunda kalacağım ve...” Durdu ve omuzlarını silkti.
“Bu pek de iyi bir açıklama olmadı. Sanırım bu beni inciten bir konu. Gerçi onları ben göremiyorum, belki düşündüğüm kadar kötü görünmüyordur.” Sokaklarda yaralı ve koltuk değnekli çok adam görmüştüm, yanlarından geçen insanların onlara nasıl baktığını da, bu yüzden bu açıklama hiç de kötü değildi.
“Benim sırtını görmem seni rahatsız etmiyor mu?”
“Hayır.” Bu soruma biraz şaşırmıştı, bir süre düşündükten sonra devam etti. “Sen işin püf noktasını çözmüşsün, başıma gelene üzülüyorsun ama beni bir zavallı olarak görmüyorsun ve bana acımıyorsun.”
Ben arkasına geçip yaralarını incelerken sabırla, kıpırdamadan durdu. Onun ne kadar kötü olduğunu düşündüğünü bilmiyordum ama yeterince kötüydü. Daha önce bir kez mum ışığında görmüş olmama rağmen yine de afallamıştım. Daha önce sadece tek omzunu görmüştüm. Yara izleri beline kadar bütün sırtını kaplamıştı. Bir kısmı solmuş ince beyaz çizgilere dönüşmüştü ama pürüzsüz kaslarını baştanbaşa kesen kalın gümüş çivilere benzer izler çok kötü görünüyordu. Bu sırtın bir zamanlar çok güzel göründüğünü düşünmeden edemedim. Teni çok güzeldi, kemik ve kas yapısı ise çok düzgündü, omuzları genişti, omurgasının iki yanında uzun ve şekilli kaslar vardı.
Jamie son derece haklıydı. Onun almış olduğu hasarı görünce insan olayı hayalinde canlandırmadan duramıyordu. O kaslı kolların yukarı kaldırılıp iki yana doğru açılarak bağlanmış olduğunu, iplerin bileklerini kestiğini, o bakır renkli kafanın acılar içinde kıvrandığını gözümün önüne getirmemeye uğraşıyordum ama gördüğüm izler bu işi yapmayı başarmıştı bile. Çığlık atmış mıydı? Hemen bu düşünceleri beynimden sildim. Savaş sonrasında Almanya’da olan vahşet öykülerini çok dinlemiştim ve onlar bundan çok daha kötüydü ama Jamie haklıydı görmekle duymak aynı şey değildi.
Farkında olmadan uzandım ve parmaklarımı yaraların üzerinde gezdirmeye başladım, onlara dokunursam silebileceğimi düşünüyordum. Derin bir nefes aldı ama ben o derin izlerin üzerinde parmaklarımı gezdirirken kıpırdamadan durmaya devam etti. Sanki ona sırtındaki göremediği hasarı gösteriyordum. Sonunda ellerimi hafifçe omuzlarına koydum ve sarf edeceğim sözcükleri bulmaya çalıştım.
Elini ellerimin üzerine koyup hafifçe sıktı, bulamadığım sözcüklerin neler olduğunun farkındaydı.
“Başkalarına çok daha kötü şeyler oldu,” dedi yavaşça. Elimi bıraktı ve büyü bozuldu.
“Sanırım her şey yolunda,” dedi, omzunu görmeye çalışıyordu. “Artık acımıyor.”
“Bu çok iyi,” dedim boğazıma yerleşen yumruyu oradan atmaya çalışarak. “Süratle iyileşiyor. Yara düzgün bir kabuk bağlamış, herhangi bir sızıntı yok. Temiz tut ve birkaç gün daha kolunu çok fazla kullanma.” İşimin bittiğini belirtmek için sağlam omzuna hafifçe vurdum. Yardıma ihtiyaç duymadan gömleğini giydi ve uzun kuyruklarını eteğinin içine yerleştirdi.
Kapının önüne vardığında durdu, garip bir an yaşadı, veda sözcüklerini arar gibiydi. Sonunda ertesi gün yeni doğmuş olan sıpayı görmem için beni ahırlara davet etti. Gideceğime söz verdim ve birbirimize iyi geceler diledik. Ben kapıyı kapatırken hâlâ gülüyor ve anlamsız şekilde kafalarımızı sallıyorduk. Yatağa girer girmez şarabın da etkisiyle uykuya ve bir sonraki gün asla hatırlamayacağım garip rüyalara daldım.Ertesi gün hastalara bakmakla geçen uzun bir sabahtan sonra kileri didik didik edip ilaç dolabım için faydalı baharatlar buldum ve - bir tür törenle - detayları Davie Beaton’un kara kaplı defterine kaydettim. Biraz hava alıp yürüyüş yapmak için bu küçük odadan ayrıldım.
Ortalıkta kimseler yoktu, bu fırsatı kalenin üst katlarını keşfetmek için kullandım. Boş odaları ve merdivenleri gezerek kafamda bir harita çizdim. Son derece karışık bir planı vardı. Seneler içerisinde her yere bir şey eklenmişti, ilk yapıldığında neye benzediğini söylemek oldukça zordu. Örneğin bu salonda merdivenlerin yanındaki duvara bir oyuk açılmıştı, hiçbir amaca hizmet etmiyordu, bir oda yapmak için çok küçük bir alandı.
Bu oyuk çizgili ketenden yapılmış bir perdeyle kısmen örtülmüştü; bir beyazlık gözümü almasaydı oradan geçip gidebilirdim. Perdenin açık bölümünün önünde durup içeri baktım. Gördüğüm beyazlık Jamie’nin gömleğinin koluydu, bir kıza sarılmış öpmek üzere kendine doğru çekiyordu. Kız kucağında oturuyordu, pencereden gelen güneş ışığı sarı saçlarına vuruyordu, güzel bir sabahta ırmaktaki alabalık sürüsünün parlaklığına sahipti.
Bir an ne yapacağıma karar veremedim. Onları gözetlemek gibi bir niyetim yoktu ama taş koridorlardan yankılanacak ayak seslerim onların dikkatini çekebilirdi. Ben öylece dururken Jamie kolunu indirip başını kaldırdı ve göz göze geldik. Yüzündeki korku silindi ve tanıdık bir yüz görmenin rahatlığı belirdi. Hafif kalkmış bir kaş ve komik bir omuz silkişten sonra kızı kucağına daha iyi yerleştirip işini yapmaya devam etti. Ben de omuz silktim ve parmak uçlarımda oradan uzaklaştım. Bu beni ilgilendirmezdi. Yine de Colum’un ve kızın babasının bu “arkadaşlığı” son derece uygunsuz bulacaklarına dair şüphelerim vardı. Eğer daha uygun bir buluşma yeri seçmeyi başaramazlarsa bir sonraki dayağı gerçekten hak etmiş olacaktı.
Akşam yemeğinde Alec’le birlikteydi, uzun masada tam karşılarına oturdum. Jamie beni çok hoş karşıladı ama gözlerinde tedirgin bir ifade vardı.
“Atların eğitimi nasıl gidiyor?” diye sorarak karşımdakilerin durmadan geviş getirmelerini engelledim.
“Her şey yolunda,” diye cevap verdi Jamie ihtiyatla.
Haşlanmış şalgam tabağının arkasından onu süzdüm. “Dudağın şişmiş gibi görünüyor, atların birinden çifte yemedin umarım,” dedim sinsice.
“Ah evet,” dedi gözlerini kısarak. “Ben başka bir tarafa bakarken başını çevirdi.” Sesi çok uysaldı ama masanın altından ayağımın üzerine konan kocaman bir ayak hissettim. Bir süre orada kaldı, gözdağı verdiği aşikârdı.
“Bu çok kötü, kısraklar tehlikeli olabiliyor,” dedim masum masum.
“Kısraklar mı? Şu an kısraklarla çalışmıyorsun değil mi evlat?” Alec’in bu sorusunu duyunca bu ayak daha da ağırlaştı. Diğer ayağımı hafifçe kaldırıp bileğine bir tekme savurdum. Jamie yerinden sıçradı.
“Senin neyin var?” diye sordu Alec.
“Dilimi ısırdım,” diye bir şeyler geveledi Jamie, elini ağzının üzerine koyarken ateş saçan gözlerle bana bakıyordu.
“Seni acemi budala... Aslında bunu bekliyordum, hangi aptal bir ata arkasını...” Bundan sonraki birkaç dakika boyunca Alec hiç susmadan yardımcısını beceriksizlik, aptallık ve sakarlıkla suçladı. Jamie, bugüne kadar gördüğüm insanlar arasında en becerikli olanlardan biriydi aslında. Başını önüne eğdi ve kendisine yapılan bu eleştirileri ağırbaşlılıkla dinledi. Yanaklarından alevler çıkmaya başlamıştı yine de. Yemeğin geri kalanında uslu bir şekilde gözlerimi tabağımdan ayırmadım.
Jamie ikinci kez servis edilen güveci reddederek masadan kalkıp Alec’in tiradına son verdi. Yaşlı adam ve ben bir süre daha hiç konuşmadan yemeklerimizi yedik. Elindeki son ekmek parçasıyla tabağını iyice sıyırdıktan sonra bu lokmayı ağzına atan yaşlı adam tek mavi gözüyle alay eder gibi beni süzmeye başladı.
“Delikanlıyı delirtmemelisin,” diyerek sohbete başladı. “Eğer Colum ya da kızın babası bunu öğrenirse Jamie mor bir gözden çok daha fazlasına sahip olmak zorunda kalır.”
“Bir eş gibi mi?” diye sordum gözünün içine bakarak, başıyla beni onayladı.
“Olabilir. Ve sahip olması gereken eş o değil.”
“Neden?” Alec’in daha önce yapmış olduğu konuşmayı duyan biri olarak buna şaşırmıştım.
“Onun bir kadına ihtiyacı var, bir çocuğa değil. Laoghaire elli yaşına da gelse hep çocuk olarak kalacak.” Yaşlı dudakları hafifçe yukarı kıvrılmıştı, bu bir gülümsemeye benziyordu. “Bütün hayatımı ahırlarda geçirmiş olduğumu düşünebilirsin ama bir karım vardı ve o tam bir kadındı. Aradaki farkı çok iyi bilirim.” Ayağa kalkarken gözünde bir ışık yandı. “Sen de öylesin.”
Bir anda elimi uzatarak onu durdurdum. “Sen bunu nereden bilebilirsin ki...” diye başladığımda yaşlı Alec kahkaha atar gibi bir ses çıkardı.
“Tek gözüm kalmış olabilir ama bu kör olduğum anlamına gelmez.” Gıcırtılı bir sesle gülmeye devam ederek uzaklaştı. Ben de merdivenlere ilerleyip odama gittim, bu yaşlı adam son sözcükleriyle ne demek istemişti?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yabancı
RomantizmSene 1945. Eski bir savaş hemşiresi olan Claire Randall, evine dönmüştür. Tekrar bir araya geldiği eşiyle ikinci bir balayına çıkar. Salisbury Düzlüğü'nde bulunan tarihi taş çemberini ziyaret ederler. Bu taşlardan birine dokunan Claire birden kendin...