Kaleye Varış

18 3 0
                                    

Gecenin karanlığında otuz kilometre yolu at sırtında, kötü yol koşullarında, İskoç etekli adamlar grubu eşliğinde sürdüğünüz atı bir yaralıyla paylaşmayı olay olarak görmediğiniz takdirde yolculuğun kalanının olaysız geçtiğini söyleyebilirim. Yolda soyguncularla ya da canavarlarla karşılaşmamıştık, yağmur da yağmamıştı. Alışmaya başladığım yeni koşullar düşünülürse oldukça sıkıcı bir yolculuktu.
Şafak yavaş yavaş sökmeye başlamıştı, güneş ışınları şeritler halinde sisli çayırlara vuruyordu. Varış noktamız gözler önünde belirmeye başlamıştı, etrafı gri ışıkla çevrilmiş kara bir taş yığınıydı bu.
Ortalık artık terk edilmiş gibi görünmüyordu, sessizlik de sona ermişti. Kaba saba giyimli bir sürü insan kaleye doğru ilerliyordu. Atların rahat geçmesini sağlamak için dar yolun kenarına çekildiler, sıradışı giysilerime garip garip bakıyorlardı.
Yoğun bir sisin olması çok da beklenmedik bir şey değildi, neyse ki ırmağın arkasında bulunan kaleye gitmemiz için geçmemiz gereken taş köprüyü görebileceğimiz kadar bir ışık vardı. Bu ırmak biraz ilerde parlamakta olan bir göle dökülüyordu.
Kale oldukça masif bir kütleydi. Üzerinde hoş görüntülü nişler ve savaş delikleri yoktu. Burası yüksek, kalın taş duvarları, kapalı pencereleriyle daha çok mükemmel bir şekilde saklanılan bir eve benziyordu. Çatısındaki pürüzsüz taşların üzerinde pek çok sayıda tüten baca vardı, bunlar kalenin gri görüntüsünü iyice grileştiriyordu.
Kalenin giriş kapısı iki at arabasının rahatlıkla yan yana geçebileceği kadar büyüktü. Bunu söylerken yanılma ihtimalim yoktu çünkü biz köprüden geçerken bu girişte öküzler tarafından çekilen iki araba yan yana duruyordu, biri fıçı diğeri de saman yüklüydü. Bizim küçük süvari alayımız onlar işlerini bitirene kadar sabırla köprünün üzerinde bekledi.
Atlar ıslak avlunun kaygan taşlarından ilerlemeye başladığında ben de soru sorma cesaretini buldum. Yolun kenarında alelacele yaralarını sardıktan sonra hastamla hiç konuşmamıştım. O da oldukça sessiz durmuştu, atın ayağı yanlış bir yere gelip bizi sarstığı anlarda ufak ufak homurdanmıştı sadece.
“Neredeyiz?” Sesim kullanmamaktan ve soğuktan dolayı bir kurbağanınkine benzemişti.
“Leoch’un surlarında,” dedi kısaca.
Leoch Kalesi. En azından artık nerede olduğumu biliyordum. Tabii benim bildiğim Leoch Kalesi Bargrennan’ın altmış kilometre ötesinde bulunan resmedilmeye değer bir harabeydi. Şu hali tabii ki çok daha fazla resmedilmeye değerdi. Duvarların önündeki domuzlar ve inanılmaz bir kanalizasyon kokusu dokuya farklılık katıyordu. On sekizinci yüzyılda olduğuma dair garip ve inanılmaz olan fikrimin doğruluğunu artık kabullenmeye başlamıştım.
1945’lerin İskoçya’sında böyle bir karmaşa ya da pisliğin olması mümkün değildi. Hiçbir bomba bunu yaratamazdı. Ve İskoçya’da olduğumuzdan emindim, avludaki insanların aksanları bunu iyiden iyiye şüphe götürmez kılmıştı.
“Selam, Dougal!” diye bağırdı seyislerden biri, en baştaki atın dizginlerini almak üzere ona doğru koşarken. “Erkencisin, sizi Toplanma zamanından önce beklemiyorduk!”
Küçük grubumuzun lideri eyerinden atladı ve dizginleri bu pis oğlana verdi.
“Selam, şansımız hem iyi hem de kötü gitti. Ağabeyimi görmem lazım. Sen adamlara bakması için Bayan Fitz’i çağırır mısın? Kahvaltı ve yatağa ihtiyaçları var.”
Murtagh ve Rupert’a kendisine eşlik etmelerini işaret etti ve birlikte kemerli yoldan ilerleyip gözden kayboldular.
Biz de atlarımızdan indik ve ıslak avluda bir on dakika kadar daha, artık her kimse, Bayan Fitz’in ortaya çıkmasını bekledik. Bir sürü meraklı çocuk etrafımıza toplandı, benim ne olduğumu ve orada ne yaptığımı merak ediyorlardı. Daha cesur olanları yaklaşıp eteğimi çekiştirmeye başladıkları sırada, sade, koyu kahverengi kıyafetler giymiş olan şişman, iri yarı bir kadın ortaya çıktı ve hepsini kovaladı.
“Willy, canım benim!” diye bağırdı. “Seni görmek ne kadar güzel! Seni de Neddie!” Kısa boylu kel adama onu yere düşürecek bir sertlikte sarıldı ve onu öptü. “İyi bir kahvaltıya ihtiyacınız olduğunu düşünüyorum. Mutfak dolu, hadi gidin ve karnınızı doyurun.” Jamie ile benim bulunduğum tarafa dönünce yılan ısırmış gibi zıpladı. Ağzı açık bir şekilde bir süre bana baktıktan sonra bu durumun açıklamasını öğrenmek amacıyla Jamie’ye döndü.
“Bu Claire,” dedi Jamie, başıyla beni göstererek. “Ve bu da Bayan FitzGibbons,” diye devam etti, bu kez başıyla onu işaret ediyordu. “Murtagh onu dün buldu ve Dougal onun bizimle birlikte gelmesi gerektiğine karar verdi.” Bu açıklamasıyla kızılması gereken kişinin kendisi olmadığını gayet açık bir şekilde anlatmıştı.
Bayan FitzGibbons açık kalmış ağzını kapattı ve cin gibi bakışlarıyla beni yukarıdan aşağıya süzdü. Benim o garip ve skandal yaratabilecek kostümüme rağmen yeterince zararsız olduğuma karar vermiş olacak ki gülümsedi - eksik birkaç dişine rağmen yine de kibar bir gülümsemeydi bu ve koluma girdi.
“Pekâlâ, Claire. Hoş geldin. Hadi benimle gel ve senin için daha...” Kısa eteğime ve yetersiz görünen ayakkabılarıma bakarak başını olumsuz bir tavırla iki yana salladı.
Beni hızla oradan uzaklaştırmaya başladığı anda aklıma hastam geldi.
“Ah, durun lütfen, Jamie’yi unuttum!”
Bayan FitzGibbons şaşırmıştı. “Neden? O kendi başının çaresine bakamıyor mu? O yemeği nerede yiyeceğini ve ona kimin yatak verebileceğini biliyor.”
“Ama o yaralı. Dün vuruldu, gece de bıçaklandı. Ata binebilmesi için yaralarını sardım ama yarasını temizleyip daha düzgün sarma imkânım yoktu. Enfeksiyon kapmadan bir an önce baksam iyi olur.”
“Enfeksiyon mu?”
“Evet, yani iltihaplanmadan ve onu ateşlendirmeden önce demek istiyorum.”
“Ah, neden bahsettiğini anladım. Yani bunun olmaması için ne yapman gerektiğini bildiğini mi söylüyorsun? Büyücü müsün? Yoksa bir Beaton musun?
“Onun gibi bir şey.” Beaton’un ne olabileceği hakkında hiçbir fikrim yoktu, şu an burada durup eğitimim hakkında konuşmak gibi bir niyetim de yoktu çünkü hava çok soğuktu. Bayan FitzGibbons akıllı bir kadına benziyordu, hemen dönüp aksi yöne doğru ilerlemeye başlayan Jamie’yi çağırdı, onun da koluna girdi ve bizi kaleden içeri soktu.
Kafes camlardan içeriye sızan hafif ışıkla aydınlanan dar ve soğuk koridorlarda uzun bir yol aldıktan sonra içerisinde bir yatak, birkaç tabure ve en önemlisi ateş olan büyükçe bir odaya girdik.
Ellerimi ısıtabilmek için kısa bir süre hastamla ilgilenmedim. Bayan FitzGibbons bu soğuğa alışıktı, Jamie’yi ateşin önüne bir tabureye oturttuktan sonra onun paramparça olan gömleğini çıkardı. Yatağın üzerindeki şallardan birini omuzlarına koydu. Onun şişmiş ve morarmış omzuna, sonra da benim eteğime baktı ve gülmeye başladı.
Onlara döndüm. “Onu iyice ıslatarak oradan çıkarmalıyız ve ardından yarayı ateşlenmesini engelleyecek bir solüsyonla temizlemeliyiz.”
Bayan FitzGibbons tam bir hemşire gibi konuştu. “Bunun için nelere ihtiyacın var?”
Düşünmeye başladım. Bu insanlar antibiyotikler bulunmadan önce yaranın enfeksiyon kapmasını nasıl engelliyorlardı? Ayrıca o karışımlar için gerekli olan şeyler daha şafak sökmek üzereyken bu ilkel İskoç kalesinde bulunur muydu?
“Sarımsak!” dedim zafer kazanmış gibi. “Sarımsak ve eğer varsa hamamelis. Temiz bezler ve su kaynatmak için de bir çaydanlık.”
“Tamam, bunları bulmak kolay... Belki biraz da karakafes otu... Biraz Boneset ya da papatya çayı da hazırlayalım mı? Delikanlı çok uzun bir gece geçirmiş gibi görünüyor.”
Genç adam yorgunluktan sallanıyordu ve o cansız bir varlıkmış gibi yanında onun hakkında konuşmamızdan sıkılmıştı.
Bayan FitzGibbons kısa bir süre sonra bir önlük dolusu sarımsak, kurutulmuş otlarla dolu bir bez torba ve eski bir ketenden kesilmiş kumaş parçalarıyla geri döndü. Tombul kollarından birine küçük siyah bir çaydanlık geçirmişti, diğer elinde de kocaman bir su damacanası vardı, ters dönmüş bir kaza benziyordu.
“Evet, canım şimdi ne yapmamı istiyorsun?” diye sordu şeker bir sesle. Ben paketlerdeki otları incelerken ondan suyu kaynatmasını ve sarımsakları ayıklamasını istedim. Hamamelis, boneset ve karakafes otu vardı, kiraz sapı olarak tanımladığım bir şey daha vardı.
“Ağrıkesici,” diye söylendim kendi kendime mutlulukla. Bay Crook’un o gün anlattıklarını hatırlamıştım bir anda. Evet, buna da ihtiyacımız vardı.
Kaynamakta olan suya birkaç baş sarımsak, hamamelis ve kumaş parçalarını attım. Diğer otlarda ateşin üzerindeki başka bir kapta kaynamaktaydılar. Bu hazırlıklar beni oyalamayı başarmıştı. Nerede olduğumu, niye burada olduğumu bilmeyebilirdim ama en azından önümüzdeki on beş dakika içerisinde neler yapmam gerektiğini biliyordum.
“Çok teşekkür ederim, Bayan FitzGibbons,” dedim büyük bir saygıyla. “Eğer yapacak başka işleriniz varsa bundan sonrasıyla tek başıma başa çıkabilirim.” Dev kadın bir anda gülmeye başladı, kocaman göğüsleri zıplayıp duruyordu.
“Ah, kızım! Elbette yapacağım işler var. Sana biraz et suyu göndereceğim. Eğer başka bir şeye ihtiyacın olursa bağır.” Daha sonra ondan beklenemeyecek bir süratle kapıya doğru ilerledi ve gözden kayboldu.

Yabancı Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin