Aşağıya inmiş bir masada oturuyordum, önümde duran süt bardağına bakıp mide bulantımla savaşıyordum.
Dougal genç onbaşıya dayanarak aşağıya indiğimde yüzüme şöyle bir baktıktan sonra yanımdan geçip yukarı Randall’ın odasına çıkmıştı.
Süt bardağını elime aldım ama parmaklarım hâlâ çok titriyordu ve içmeyi başaramadım.
Darbenin fiziksel etkilerini yavaş yavaş atlatıyordum ama yaşadığım şoktan hâlâ kurtulamamıştım. O adamın kocam olmadığını biliyordum ama aralarındaki benzerlik inanılmazdı ve kökleşmiş alışkanlığımla onunla Frank’la konuştuğum gibi konuşmuştum, ona güvenmek istemiştim, sıcak bir ilgi göstermese bile uygar olacağını düşünmüştüm. Onun o vahşi saldırısıyla birlikte hislerim ters yüz olmuştu, kendimi çok kötü hissediyordum.
Bu huzursuzluğun yanı sıra korkmaya da başlamıştım. Yanıma diz çöktüğünde gözlerini görmüştüm. Derinlerde bir şey belirmiş ve hemen yok olmuştu. Bunu bir daha görmek istemiyordum.
Yukarıdan gelen kapı açılma sesiyle birlikte bu düşüncelerden sıyrıldım. Tok ayak seslerinin ardından önce Dougal hemen ardından da Komutan Randall ortaya çıktı. Dougal’ı çok yakından takip ediyordu, sanki bu İskoç’un izini sürüyordu, Dougal bana bakıp aniden merdivenin başında durunca bu takip son buldu.
Omzunun üzerinden Komutan Randall’a baktıktan sonra yanıma geldi, masaya para bıraktı ve tek kelime bile etmeden beni çekip ayağa kaldırdı. Bu kırmızı urbalı İngiliz subayının yüzündeki garip açgözlü ifadeyi çözmeme fırsat vermeden hızla beni oradan çıkardı.
Eteklerimi adam gibi bacaklarımın altına sıkıştıramadan yola koyulmuştuk, bir paraşüt gibi şişip duruyorlardı. Dougal çok sessizdi ama atı onun telaşını anlamış gibiydi, ana yola çıkana kadar dörtnala ilerlemeye devam ettik.
Kavşaktaki, eski Pictler’in dilinde bir şeyler yazan işaretin yanına gelince Dougal atını durdurdu. Atından inip iki atın yularını oradaki ağaçlardan birine bağladı. Atımdan inmeme yardım ettikten sonra onu izlememi istediğini belli eden bir hareket yaptı ve çalılığa daldı.
Onun dalgalanan eteğinin peşinden yukarı doğru tırmanıyordum, önüne çıkan dalları son hızla itiyordu ve ben arkasından ilerlerken bunların yüzüme çarpmaması için sürekli olarak eğiliyordum. Yamaç meşe ağaçları ve bodur çamlarla doluydu. Sol taraftaki çalılıklardan gelen baştankaraların ve alakargaların seslerini duyabiliyordum. Çimenler ilkyaza yakışır biçimde taze çim rengindeydi, yoğun bir şekilde kayalıkların arasını ve meşelerin altındaki toprağı örtmüştü. Kalın iğneli çamların altında tabii ki hiçbir şey yetişmemişti, onlar yırtıcı hayvanlardan ve güneş ışığından kaçan daha küçük sürüngenleri koruma ve saklama görevini üstlenmişti.
Kokuların keskinliği boğazımın yanmasına sebep olmuştu. Daha önce de pek çok kez yamaçlara tırmanıp bu kokuları içime çekmiştim. Ama o zaman bu kokular yoldaki petrol kokusuyla karışmıştı ve alakargaların yerine günlük ziyaretçilerin konuşmalarını dinlemiştim. En son böyle bir yamaca tırmandığımda toprağın üzeri ebegümeci ve menekşeler yerine boş sandviç paketleri ve sigara izmaritleriyle doluydu. Medeniyetin bize sunmuş olduğu antibiyotik, telefon gibi nimetlerin yanında atılmış sandviç paketleri ödenebilir bir bedeldir diye düşünüyordum. Ama şu an menekşelere razıydım, huzura çok ihtiyacım vardı ve onu burada bulmuştum.
Dougal zirveye varmadan biraz önce birdenbire yana dönüp katırtırnaklarının arasında kayboldu. Onun arkasından düşe kalka ilerlemeye çalışıyordum, bir süre sonra yanına varmaya başardığımda onu küçük bir su birikintisinin yanında düzgün bir taşın üzerinde otururken buldum. Tam arkasında yamuk duran bir taş kütlesi vardı, bunun lekeli yüzeyine sanki asitle bir insan figürü kazınmıştı. Bu su birikintisinin kutsal bir yer olduğunu anladım. Bu kutsal mabetler Kuzey İskoçya dağlarının pek çok yerine dağılmıştı, bunların hepsi burası gibi gözden uzak ve korunaklı bölgelerdeydi. Sağlık, güvenli bir yolculuk gibi dilekleri olan ziyaretçilerin asmış oldukları kumaş parçaları suyun üzerine doğru uzanan üvez ağacının üzerini doldurmuştu.
Dougal beni görünce başıyla selamladı. Yana dönüp başını eğdi ve iki elini birleştirip suyla doldurdu ve içti. Suyun rengi biraz koyuydu ve garip bir kokusu vardı, kükürtlü bir memba suyu olduğunu düşündüm. Hava çok sıcaktı ve çok susamıştım, Dougal’ın yaptığını yapmaya karar verdim. Tadı biraz acıydı ama soğuktu ve kolay içiliyordu. Biraz daha içtikten sonra yüzüme de serptim. Yol çok tozluydu.
Yüzümden sular damlayarak doğrulduğumda garip bakışlarla beni süzdüğünü gördüm. Merak ve tahminler arasında gidip geliyor gibiydi.
“Su içmek için gereksiz bir tırmanış öyle değil mi?” diye sordum. Atlarımızda su dolu mataralarımız vardı. Dougal’ın hana yapacağımız dönüş yolculuğunun iyi geçmesini dilemek için buraya çıkmış olduğunu hiç sanmıyordum. O çok daha dünyevi şeylere inanan biriydi.
“Komutanı ne kadar tanıyorsun?” diye sordu.
“Senden daha az, onu bundan önce bir kez görmüştüm bu da tam bir tesadüftü ve hiç iyi anlaşamamıştık.”
Ciddi yüzünde hafif bir yumuşama gördüm ve bu beni şaşırttı.
“Ben de bu adamdan çok hoşlandığımı söyleyemem.” Düşünceli bir şekilde parmaklarını suyun yanındaki küçük duvara vuruyordu. “Bazıları onun hakkında iyi şeyler söyler,” dedi gözlerini benden ayırmadan. “Onun cesur bir asker ve iyi bir savaşçı olduğunu duydum.”
Kaşlarımı kaldırdım. “Bir İngiliz generali olmadığı sürece etkilenmem çok zor.” İnanılmaz bir beyazlıkta olan dişlerini göstererek bir kahkaha attı. Kahkahası tepemizdeki ağacın üzerine tünemiş kuşları korkuttu, kanat çırparak uzaklaştılar.
“İngilizler ya da Fransızlar için casusluk yapıyor musun?” dedi, hızla konuyu değiştirerek..
“Kesinlikle hayır. Ben sadece Claire Beauchamp’ım, başka da hiçbir şey değilim.” Mendilimi suya batırıp boynuma tuttum. Küçük damlalar gri şayaktan yapılmış seyahat elbisemin yakasından sırtıma süzülüp beni serinletiyordu. Aynı hareketi mendili göğsüme tutarak tekrarladım.
Dougal dikkatle beni izleyerek bir süre hiç konuşmadı, ben ise temizlenmeye devam ediyordum. “Jamie’nin sırtını gördün,” dedi aniden.
“Görmeden onu tedavi etmem imkânsızdı,” dedim donuk bir sesle. Bu alakasız sorularla nereye varmak istediğini tahmin etmeye çalışmaktan sıkılmıştım. Hazır olduğunda bana bunu söyleyecekti.
“Bunu Randall’ın yaptığını bilip bilmediğimi mi soruyorsun? Ya da sen bunu onun yaptığını biliyor muydun?”
“Bunu çok iyi biliyorum,” dedi beni kontrol ederek, “ama senin bunu bildiğinin farkında değildim.” Omuzlarımı silktim, neyi bilip neyi bilmediğim onu hiç ilgilendirmezdi.
“Oradaydım.”
“Nerede?”
“William Kalesinde. Garnizonda yapmam gereken işler vardı. Oradaki kâtip Jamie’nin benim akrabam olduğunu biliyordu. Onun tutuklandığını bana bildirdi. Ben de onun için yapabileceğim bir şey var mı diye bakmak için oraya gittim.”
“Anladığım kadarıyla pek bir şey yapamamışsın,” dedim sertçe.
“Maalesef yapamadım. Orada her zaman bulunan başçavuş bu işin sorumlusu olsaydı, Jamie’yi en azından ikinci kez kamçılanmaktan kurtarabilirdim. Ama Randall yeni gelmişti ve artık komutan oydu. Beni tanımıyordu ve söylediklerimle de fazla ilgilenmedi. Konuşurken onun Jamie’yi kurban olarak seçtiğini fark ettim, yeni gelen adamın kimseye hoşgörü göstermeyeceğini anlatmak için Jamie’yi kullanacaktı.” Kemerinde duran kamasına vurmaya başlamıştı. “Bu bir sürü adama komuta eden biri için doğru bir ilkedir. Onların saygısını kazanman gerekir. Bunu başaramıyorsan korkmalarını sağlarsın.”
Randall’ın onbaşısının yüzünde beliren ifadeyi hatırlayınca onun hangi yolu seçmiş olduğunu anladım.
Gözleri hâlâ bendeydi, bu kez ilgiyle bakıyordu.
“Bunu yapanın Randall olduğunu biliyordun. Jamie sana her şeyi anlattı mı?”
“Bir kısmını,” dedim dikkatle.
“Senden gerçekten hoşlanmış olmalı,” dedi düşünceli bir tavırla. “Bu konudan kimseye bahsetmez.”
“Neden acaba?” diyerek onu kışkırtmaya çalıştım. Her yeni bir han ya da meyhaneyle karşılaştığımızda akşam ateş başında toplanıp kendi içimizde sohbet edeceğimizi anlayana kadar nefesimi korkuyla tutuyordum. Dougal aklımdan geçenleri anlamış gibi gülümsedi.
“Bana söylemesi gerekmiyordu. Ben zaten her şeyi biliyordum.” Elini koyu renkli suya daldırdı, burnuma kükürt kokuları geliyordu.
“Oxfordshire’da bu işlerin nasıl yürüdüğünü bilmem ama,” bu sözcükleri üzerine basa basa söylemesi hafifçe kıpırdanmama sebep olmuştu - “buralarda hanımların kamçılanma sahnelerine tanık olmalarını istemeyiz. Hiç böyle bir sahneye tanık oldun mu?”
“Hayır, görmek istediğimi de hiç sanmıyorum. Jamie’nin sırtındaki gibi izlerin oluşabilmesi için yapılmış işkenceyi hayal edebiliyorum.”
Dougal yanına gelen alakarganın üzerine su sıçratarak başını salladı.
“İşte bu konuda yanılıyorsun kızım, sana böyle hitap ettiğim için beni affet ama hayal etmekle sırtı açılmış bir adamı görmek arasında çok büyük bir fark var. Bu çok iğrenç bir şeydir; karşındaki adamı kırmak için yapılır ve genellikle de başarıya ulaşılır.”
“Jamie’de başarıya ulaşmamış.” Sesim niyet ettiğimden çok daha sert çıkmıştı. Jamie hem hastam hem de arkadaşımdı. Dougal’la onun geçmişi hakkında konuşmak istemiyordum ama işin aslında aptalca bir merak da duyuyordum. Bugüne kadar genç MacTavish gibi, aynı anda bu kadar açık sözlü ve gizemli görünmeyi başaran bir adamla karşılaşmamıştım.
Dougal kısa bir kahkaha attıktan sonra ıslak elini tavernadan buraya gelirken yapmış olduğumuz uçuş sırasında dağılmış saçlarını düzeltmek için başına götürdü ya da ben öyle yaptığını düşündüm.
“Evet, Jamie de ailesinin diğer üyeleri kadar inatçıdır hatta aralarında en inatçı ve taş kafalı olan odur.” Sözlerinde kıskançlıkla karışık bir takdir vardı.
“Jamie sana firar ettiği için kamçılandığını söyledi mi?”
“Evet.”
“Onu süvarilerin kampa getirdiği günün gecesinde duvara tırmanmaya başarmıştı. Bu aslında orada sık görülen hareketlerden biriydi, suçlular istendiği kadar sıkı bir güvenlik altında tutulamıyordu. Bu nedenle de İngilizler her gece duvarlar boyunca devriye geziyordu. Garnizon kâtibi Jamie’nin yakalanıp geri getirildiği andaki görünüşünden, çok iyi bir savaş vermiş olduğunun anlaşıldığını söylemişti. Ama altıya karşı birdi ve karşısındaki adamların hepsinde tüfek vardı ve yakalanması çok uzun sürmemişti.” Bayılıp bayılmayacağımı kontrol etmek için susup bana baktı.
“Kamçılanmalar her sabah içtimadan hemen sonra yapılır böylelikle insanlar gün boyunca bunu hatırlarlar. O gün kamçılanacak üç kişi vardı ve Jamie bunların sonuncusuydu.”
“Bunu gerçekten seyrettin mi?”
“Evet. Sana anlatmaya çalıştığım şey de bu zaten, birini kamçılanırken görmek hiç hoş değil. Hele sıranın sana geleceğini bilerek seyretmek daha da kötü.”
“Bundan hiç şüphem yok,” diye mırıldandım.
Dougal başıyla sözlerimi onayladıktan sonra devam etti. “Jamie çok sağlam duruyordu, duyduğu çığlıklar ve diğer sesler karşısında kılını bile kıpırdatmamıştı. Parçalanan etin sesini duydun mu hiç?”
“Iyy!”
“Ben de öyle olduğunu düşünmüştüm.” Anılar yüzünü buruşturmasına sebep oldu. “Akan kan ve açılan yaralardan bahsetmek bile istemiyorum. Ah!” Su birikintisine ve kenarındaki duvara gelmemesine dikkat ederek yere tükürdü. “Hassas bir adam olmadığım halde midem alt üst olmuştu.” Dougal bu tüyler ürpertici hikâyeyi anlatmaya devam etti.
“Jamie’nin sırası geldi. Kazığa doğru yürüdü - bazı adamları çekerek götürmeleri gerekmişti, o kendi gitti - ve kelepçelerini açması için ellerini onbaşıya uzattı. Onbaşı kelepçeleri açtıktan sonra onu kazığa bağlamak için kolundan çekti. Jamie onun elinden kurtulup bir adım geri çekildi. Ben onun hızla kaçmasını beklerken o durup gömleğini çıkardı. Gömleği parçalanmıştı ve çok kirliydi, tam bir paçavraya dönmüştü. O gömleğini, pazar günü kiliseye giderken giydiği en iyi kostümüymüş gibi dikkatle katlayıp yere koydu. Bir asker gibi kazığa doğru ilerleyip kollarını bağlanmak üzere onun üzerine yerleştirdi.”
Dougal hayranlıkla başını sallıyordu. Üvez ağacının yapraklarından süzülen güneş, üzerine dantel motifine benzer gölgeler düşürüyordu, başına dantel bir örtü örtmüş gibi görünüyordu. Bu fikir gülümsememe sebep oldu. O bu gülümsemeyi kendi hikâyesine verdiğim bir tepki olarak kabul etti ve tepkimi onayladı.
“Evet, böylesi bir cesaret pek sık görünen bir şey değildir. Ayrıca bu cehaletten ileri gelen bir cesaret değildi. Ondan öncekilerin başına gelenleri görmüştü ve başına neler geleceğini çok iyi biliyordu. Bundan kaçış olmadığına karar verip kendini hazırlamıştı. Bir savaşta cesur olmak her İskoç’un sahip olduğu bir özelliktir ama bir korkuyu soğukkanlılıkla alt etmek çok az rastlanan bir şeydir. Bütün bunları yaşarken henüz on dokuz yaşındaydı.”
“Bunu seyretmek senin için çok zor olmuştur,” dedim, sözlerim her yöne çekilebilirdi.
“Kusmadığını umarım.”
Dougal sözlerimdeki imayı fark etmişti ama takılmadı. “Bunu neredeyse yapıyordum,” dedi siyah kaşlarını kaldırarak. “İlk kamçıda kan çıkmıştı ve oğlanın sırtı bir dakika içinde mor bir renge büründü. Bağırmadı, merhamet dilenmedi, kıpırdanıp kurtulmaya çalışmadı. Alnını kazığa dayayıp durdu. Kamçı darbesini aldığı anda hafifçe irkildi elbette ama yaptığı tek hareket buydu. Bunu ben başarabilir miydim bilmiyorum. Bunu başkalarının da yapabileceğini pek sanmıyorum. Bir süre sonra yarı baygın bir hale gelince üzerine su döküp onu ayılttılar ve işlerine devam etler.”
“Bu çok iğrenç, bana neden bunları anlatıyorsun?”
“Henüz bitirmedim.” Dougal kamasını çıkarıp tırnaklarını temizlemeye başladı. Son derece titiz bir adamdı, şartlar ne olursa olsun temizliğini koruyordu.
“Jamie iplerin altına yığılmıştı, sırtından akan kanlar eteğini lekeliyordu. Onun bayıldığını düşünmedim, anlık bir bulantı geçirdiğini düşündüm. O anda Komutan Randall avluya indi. Başından beri neden orada olmadığını merak etmiştim, belki de ilgilenmesi gereken işler vardı. Jamie onun geldiğini görünce gözlerini kapatıp bilincini kaybetmiş numarası yaptı ve kafası bir anda aşağı düştü.”
Dougal bu sırada inatçı bir şeytantırnağıyla uğraşıyordu ve alnı buruşmuştu.
“Komutan Jamie’yi kamçılamaya başlamış olmalarına sinirlenmişti, onu kendine saklamak ister gibi bir hali vardı. Ama o an yapılabilecek çok fazla bir şey yoktu. Bir anda Jamie’nin nasıl kaçmaya çalıştığını araştırmaya başladı.”
Kamasını kaldırıp üzerindeki çentikleri inceledikten sonra onu oturduğu taşa sürterek biledi. “O bunu yapmaya başladığı anda askerlerin bir kısmı korku içinde titremeye başlamıştı, itiraf etmeliyim ki bu adamın değişik bir sorgulama tarzı vardı.”
“Bunu ben de söyleyebilirim,” dedim.
Kamayı taşa sürtmeye devam ediyordu. Süratlenmişti, kıvılcımlar çıkıyordu.
“Bu araştırmanın sonunda, Jamie’nin yakalandığı sırada yanında ekmek ve bir parça peynir olduğu ortaya çıktı. Bunun üzerine komutan bir süre düşündü ve yüzünde bir gülümseme belirdi, büyükannem de böyle gülümserdi ve bundan nefret ederdim. Hırsızlığın büyük bir suç olduğunu söyleyerek
Jamie’nin yüz kırbaç daha yemesi gerektiğini söyledi.”
Kendimi tutmama rağmen yerimden sıçramama engel olamamıştım. “Bu onu öldürür!”
Dougal sözlerimi onayladı. “Evet, garnizondaki doktor da aynen bunu söylemişti. İyi niyetle, buna izin veremeyeceğini, mahkûmun ikinci bir kamçılanmadan önce yaralarının iyileşmesi için en az bir hafta dinlenmesi gerektiğini savunmuştu.”
“Ne kadar düşünceliymiş! İyi niyetmiş, hadi canım sen de! Komutan Randall buna ne cevap verdi?”
“Bu sözleri duymaktan hiç hoşlanmadı ama kendini topladı ve kabul etti. O bunu yapar yapmaz gerçek bir bayılmanın nasıl bir şey olduğunu çok iyi bilen başçavuş Jamie’yi hemen çözdü. Oğlan sendeledi ama yuvarlanmadı, ayakta durmayı başardı. Komutanla aynı fikirde olmayan birkaç kişi onu alkışladı, çavuş onun gömleğini yerden alıp oğlana verince Randall daha da mutsuz oldu. Adamlar bunu görünce daha fazla tezahürat yapmaya başlamıştı.”
Dougal kamasını son kez sürttükten sonra dikkatle inceleyip dizlerinin üzerine koydu ve bakışlarını bana dikti.
“Bir bardak biradan sonra sıcak bir meyhanede oturmayı başarmak cesaret ister. Savaş alanında kafanın üzerinde kurşunlar uçuşurken orada öylece durmak daha fazlasını ister. Kanın bacaklarından aşağı süzülürken düşmanınla yüz yüze durmak ise sonsuz bir cesaret ister.”
“Bunun aksini aklıma bile getirmedim.” Bayılacağımı hissediyordum. Ellerimi suya daldırıp bileklerimi soğutmaya çalıştım.
“O hafta içinde bir gün Randall’ı görmeye gittim,” dedi Dougal, savunmaya geçmişti, kendini aklamaya uğraşıyordu. “Biraz konuştuktan sonra ona Jamie için bir tazminat ödemeyi teklif ettim...”
“Ah, çok etkilendim,” diye fısıldadım ama bakışlarındaki alevleri görünce hemen geri çekildim. “Yanlış anlama, bir şey ima etmedim. Bu gerçekten iyi niyetini gösteren bir hareket, anladığım kadarıyla Randall senin teklifini geri çevirdi.”
“Evet, aynen öyle oldu. Hâlbuki İngiliz subaylar konu ceplerini doldurmaya geldiğinde dürüstlüğü hemen bir tarafa bırakırlar, özellikle de Komutan gibi giyimine düşkün olanlar.”
“Belki de başka gelir kaynakları var,” diye bir tahminde bulundum.
“Doğrusunu istersen, var,” diyerek Dougal keskin bakışlarını yine bana dikti. “Yine de...” Tereddüt ediyordu, devam etmeye karar verdi ama artık daha yavaş anlatıyordu.
“En azından Jamie’nin yanında olabilmek için vakit gelince yine oraya gittim, bunun dışında yapabileceğim hiçbir şey kalmamıştı.”
İkinci seferinde Jamie o gün kamçılanacak tek mahkûmdu. Nöbetçiler onu dışarı çıkarmadan önce gömleğini çıkarmışlardı, soğuk bir ekim sabahıydı ve güneş yeni doğmuştu.
“Oğlanın çok korkmuş olduğunun farkındaydım,” dedi Dougal, “ama buna rağmen nöbetçilerin kendine dokunmasına izin vermiyor ve tek başına yürüyordu. Onun titrediğini görüyordum, bunda soğuğunda etkisi vardı ama sinirleri de bozulmuştu, kollarında ve göğsünde bulunan tüyler diken diken olmuştu ama yüzü ter içindeydi. Birkaç dakika sonra Randall ortaya çıkmıştı, kolunun altına bir kamçı sıkıştırmıştı, bu kamçının ucunda bulunan demirler o yürürken birbirine çarpıp ses çıkarıyordu. Sükûnetle Jamie’yi süzüp başçavuşa onun sırtını çevirmesini belirten bir hareket yapmıştı.”
Dougal yüzünü bir kez daha buruşturdu. “Bu çok acıklı bir görüntüydü - yaraları hâlâ tazeydi, bir kısmı iyileşmeye yüz tutmuş ve mor bir renge bürünmüştü, diğerleri hâlâ sarıydı. Bunların üzerine yeniden kamçı vurulacak olması düşüncesi benimle birlikte orada bulunan herkesin benzini attırmıştı. Randall başçavuşa dönüp, ‘Oldukça başarılı bir çalışma, bakalım ben daha iyisini yapabilecek miyim?’ dedi. Büyük bir titizlikle prosedüre uydu ve garnizon doktorunu çağırtıp Jamie’nin kamçılanmaya hazır olduğuna dair gereken onayı aldı. Bir kedi bir fareyle nasıl oynar gördün mü hiç?” diye sordu Dougal. “Olanlar buna çok benziyordu. Randall oğlanın etrafında daire çizerek dolaşıp laf atıyordu, bunların hiçbiri hoşlanacağın türden konuşmalar değildi. Jamie hiçbir şey söylemeden, gözlerini kazığa dikmiş, öylece duruyordu. Randall’a da bakmıyordu. Onun titremesini durdurmak için dirseklerini vücuduna bastırdığını görebiliyordum, bunu Randall da görmüştü. İnce bir çizgi halini almış ağzını açıp konuşmaya başladı. ‘Ölümden korkmayan bir adam birkaç kamçı darbesinden korkuyor olamaz öyle değil mi?’ dedikten sonra kamçının sapıyla midesine bir darbe indirdi. Jamie, Randall’ın gözünün içine bakıp, ‘Hayır ama sen konuşurken burada soğuktan buz keseceğimden korkuyorum,’ dedi.”
Dougal derin bir nefes aldı. “Bu mükemmel bir konuşmaydı ama çok da büyük bir düşüncesizlikti. Bir adamı kamçılamak elbette matah bir iş değildir ama bu işi de en iyi şekilde yapmanın bir takım yolları vardır. Daha derin kesikler açmak için yanlara vurursun ya da darbenin etkisini arttırmak için böbreklere vurursun.” Başını durmadan sallıyordu. “Çok iğrençti.”
Doğru kelimeleri seçebilmek için kaşlarını iyice çatıp biraz düşündü.
“Randall’ın yüzünde - sen bunun için sanırım kararlı kelimesini kullanırdın - bir tür ışık vardı, sanki âşık olduğu bir kadına bakıyordu, ne demek istediğimi anladığını biliyorum. Jamie’ye canlı canlı derisini yüzmekten çok daha kötü şeyler yapar gibiydi. On beşinci darbenin sonunda Jamie’nin kanı bacaklarından aşağı akmaya başlamıştı, yüzü ter içindeydi.”
Hafifçe olduğum yerde sallandım, güç alabilmek için taşın kenarına tutundum.
“Jamie’nin canlı kalmayı başardığını söylemek dışında başka bir detay vermeyeceğim. Onbaşı ellerini çözünce neredeyse düşüyordu ama onbaşı ve çavuş onu kendi başına ayakta durabilmeyi başarana kadar kollarından tuttular. Soğuğun ve yaşadığı şokun etkisiyle deliler gibi titriyordu ama başı dik, gözleri pırıl pırıldı. Bunu ondan yirmi adım ötede dururken bile görebiliyordum. Onun ardında kanlı ayak izleri bırakarak platformdan aşağı inmesine yardım ederlerken o gözlerini Randall’dan ayırmıyordu. Onu ayakta tutan güç Randall’a bakmaktan kaynaklanır gibiydi. Randall’ın yüzü de Jamie’ninki kadar beyazdı, oda gözlerini oğlana dikmişti, birbirlerinden gözlerini ayırırlarsa birinden biri yere düşecekti sanki.” Dougal gözlerini bir noktaya dikmiş duruyordu o tüyler ürpertici sahne hâlâ gözlerinin önündeydi.
Bu ufak ormanda arada bir rüzgâr estiğinde üvez ağacının sallanan yapraklarından çıkan hışırtı dışında herhangi bir ses yoktu. Gözlerimi kapatıp bir süre bu hışırtıları dinledim.
“Neden?” diye sordum, gözlerim hâlâ kapalıydı. “Bunu bana neden anlattın?”
Gözlerimi açtığım zaman onun beni izlediğini gördüm. Elimi yine suya daldırıp şakaklarımı ıslattım.
“Bunun karakter tahlili yapmanda sana faydası olacağını düşündüm.”
“Randall için mi?” Son derece keyifsiz bir kahkaha attım. “Onun karakterini anlamak için daha fazla kanıta ihtiyacım yok, teşekkür ederim.”
“Hem Randall, hem de Jamie için.”
Hızla ona baktım, bir anda huzurum kaçmıştı.
“Bugün bir takım emirler aldım,” dedi, emir sözcüğünü üzerine basa basa söylemişti, “sevgili komutanımızdan...”
“Ne yapmak için?” İçimdeki sıkıntı gittikçe artıyordu.
“İngilizleri ilgilendiren bir konuyu çözmek için Claire Beauchamp adlı kişiyi 18 Haziran Pazartesi günü sorgulanmak üzere William Kalesi’ne götürmek için.”
Bakışlarım onu çok korkutmuş olmalıydı, hemen yerinden fırlayarak yanıma geldi.
“Başını dizlerinin arasına indir yavrum, baygınlığın geçene kadar bunu yapmaya devam et.” Bir yandan da boynumu aşağı doğru itiyordu.
“Ne yapılması gerektiğini biliyorum,” dedim öfkeyle, bir yandan da söylediği şeyi yapıyordum. Gözlerimi kapatıp, kanın yukarı çıkıp yeniden şakaklarımı attırmasını beklemeye başladım. Yüzümde ve kulaklarımda başlayan o ıslaklık azalmaya başlamıştı, ellerim hâlâ buz gibiydi. Nefesimi düzenlemeye çalıştım, nefes al - bir iki üç dört - nefes ver - bir iki üç dört...
Bir süre sonra mümkün olduğunca toparlanıp doğrulmayı başardım. Dougal taşın üstünde bana bakarak sabırla oturmaya devam ediyordu, geriye devrilip suyun içine düşmeyeceğimden emin olmak istiyordu.
“Bundan kurtulmanın tek yolu var,” dedi aniden. “Bulabildiğim tek yol bu.”
“Bana da söyle,” dedim yalandan gülümsemeye çalışarak.
“Pekâlâ,” dedikten sonra bana doğru eğildi. “Şu an Randall’ın seni sorgulamaya hakkı var çünkü sen İngiliz Krallığı’na bağlı birisin. Bunu değiştirmemiz gerekiyor.”
Anlamaz gözlerle ona bakmaya başlamıştım. “Ne demek istiyorsun? Sende bu krallığa bağlı değil misin? Bu nasıl değişir ki?”
“İskoç yasalarıyla İngiliz yasaları birbirine çok benzer ama aynı değildir. Bir İngiliz subayı bir İskoç vatandaşını suçunu belgelemeden ya da hakkında ciddi dayanağı olan şüpheler barındırmadan sorgulama hakkına sahip değildir. Çok ciddi şüpheleri olsa bile bir İskoç’u bulunduğu klandan klan reisinin izni olmadan alıp götüremez.”
“Ned Gowan’la bu konuyu konuşmuş gibisin,” dedim, yine başım dönmeye başlamıştı.
“Evet, konuştum. Konunun buralara gelebileceğini düşünmüştüm. O da bana düşündüğüm şeyin doğru olduğunu söyledi. Seni Randall’a vermeyi reddedebilmem için yasal olarak İskoç bir kadın olman gerekiyor.”
“İskoç bir kadın mı?” Baş dönmesi yerini korkunç bir şüpheciliğe bırakmıştı.
Bu şüphelerimin doğruluğu sonraki sözleriyle ortaya çıktı.
“Evet,” dedi bakışlarımı onaylayarak. “Bir İskoç’la evlenmen gerekiyor. Genç Jamie ile.” “Bunu yapamam.”
“O zaman,” düşünceli bir şekilde kaşlarını çatmıştı, “onu beğenmediysen Rupert’ı da alabilirsin. O bir dul ve kiraya verdiği küçük bir çiftliği var. Biraz yaşlı ama yine de...”
“Rupert’la da evlenmek istemiyorum! Bu... Bu çok saçma...” Gereken sözcükleri bulamıyordum. Heyecanla karışık bir acıyla ayağa fırladım, küçük alanda tur atmaya başlamıştım, üvez ağacının meyveleri ayaklarımın altında eziliyordu.
“Jamie iyi bir çocuktur.” Dougal hâlâ duvarın kenarında oturmuş bana bakıyordu. “Şu an fazla bir malı mülkü yok, bu doğru, ama çok temiz kalplidir. Sana asla kaba davranmaz. Hem çok iyi bir savaşçıdır, Randall’dan nefret etmek için de çok iyi sebepleri var. Seni korumak için son nefesine kadar savaşacaktır.”
“Ama... Ama ben kimseyle evlenemem!” diye patladım.
“Dougal’ın gözlerinde birdenbire ters bir ifade belirdi. “Neden? Kocan hâlâ yaşıyor mu?”
“Hayır. Bu... Bu... Gerçekten çok saçma! Böyle bir şey nasıl olur ki?”
‘Hayır’ cevabını duyan Dougal rahatlamıştı. Başını kaldırıp güneşe baktı ve gitmek üzere ayağa kalktı.
“Gitme vakti geldi, kızım. Yapmamız gereken çok şey var. Özel bir izin çıkarmamız gerekiyor,” diye mırıldandı, kendi kendine konuşur gibiydi. “Ned bunu halleder.” Kendi kendine mırıldanmaya devam ederek kolumu tuttu.
“Kimseyle evlenmeyeceğim,” dedim kolumu çekip. Kararlıydım.
Bundan rahatsız olmamıştı. Alnını kırıştırarak bana baktı.
“Seni Randall’a götürmemi mi istiyorsun?”
“Hayır!” Sonra bir anda aklıma ilk geleni söyleyiverdim. “Neyse en azından artık benim İngiliz casusu olmadığıma inanıyorsun.”
“Artık inanıyorum.” Sözcüğü üzerine basarak söylemişti.
“Neden daha önce değil de şimdi?”
Kaynağı ve kayanın üzerinde kazılı figürü gösterdi. Yüzlerce yıllık olmalıydı, ona gölgesini sunan ve beyaz çiçeklerini üzerine döken devasa üvez ağacından çok daha yaşlı olduğu kesindi.
“Aziz Ninian Kaynağı. Sana sorumu sormadan önce oradan su içmiştin.”
Bu kez gerçekten çok şaşırmıştım.
“Bunun konuyla ne alakası var?”
O da şaşırmış gibiydi, sonra gülümsemeye başladı. “Bilmiyor muydun? Ona yalancıların çeşmesi derler. Bu sudaki koku cehennemin kokusudur. Onu içip ardından yalan söyleyen kişinin midesi alev alev yanar.”
“Anladım,” dedim dişlerimin arasından. “Midem oldukça iyi durumda... Sana İngiliz ya da Fransız casusu olmadığımı söylediğimde bana inanıyorsan, kimseyle evlenmeyeceğimi söylediğimde de inanman gerekir Dougal MacKenzie!”
Beni dinlemiyordu. Kaynağı gözden saklayan çalıları iterek ilerlemeye başlamıştı. Hatta şu an sadece arkasından sallanan meşe ağacının dallarını görebiliyordum. Öfkeden delirmiş bir şekilde onu takip ettim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yabancı
RomanceSene 1945. Eski bir savaş hemşiresi olan Claire Randall, evine dönmüştür. Tekrar bir araya geldiği eşiyle ikinci bir balayına çıkar. Salisbury Düzlüğü'nde bulunan tarihi taş çemberini ziyaret ederler. Bu taşlardan birine dokunan Claire birden kendin...