İki gün sonra şafak sökmeden hemen önce Leoch Kalesi’nden ayrıldık. İkili, üçlü, dörtlü vedalaşmalardan sonra atlar taş köprünün üzerinden ilerlemeye başladılar. Veda çığlıklarıyla göldeki yabani kazların çığlıkları birbirine karışmıştı. Kale sis perdesinin arkasında yok olana kadar arada bir dönüp bu kocaman kütleyi seyrettim. Bu taş yığınını ve orada yaşayanları bir daha göremeyeceğimi düşünmek içimde garip bir hüzün oluşturdu.
Sis atların toynak seslerini boğuyor gibiydi. Havadaki rutubet, sesleri garip bir biçimde etkiliyordu, bazen konvoyun bir ucundan söylenen sözler diğer ucundan rahatlıkla duyuluyor bazen de yan yana ilerlerken konuşmaya çalışanlar birbirlerini sadece homurtu şeklinde duyabiliyorlardı. Buharlar arasında ilerleyen hayaletler gibiydik. Havada uçuşan seslerin sahipleri belirsizdi, en yakındaki en uzaktakiymiş gibi algılanıyordu.
Ben grubun ortasında ilerliyordum, bir yanımda hiç tanımadığım silahlı bir adam diğer yanımda ise Colum’un toplantısında görmüş olduğum ufak tefek yazman Ned Gowan vardı. Yolda sohbet ederken onun sadece yazman olmadığını anladım.
Ned Gowan bir avukattı. Edinburgh’da doğmuş ve orada yetişmişti, eğitimini de orada tamamlamıştı. Görüntüsü bu anlattıklarıyla birebir örtüşüyordu. Alışkanlıklarına son derece bağlı, ufak tefek yaşlı bir adamdı. İnce pamuklu şık bir ceket, yünlü şık çoraplar, etek ucu dantelli keten bir gömlek, hem konumuna hem de kötü seyahat koşullarına uygun kumaş bir golf pantolonu giymişti. Altın kaplama yarım gözlükleri, ince bir saç bağı ve iki köşeli mavi bir şapka görüntüyü tamamlıyordu. Tam anlamıyla mükemmel bir hukuk adamıydı, ona bakarken gülümsemeden duramıyordum.
Eyerinin iki yanına kocaman eski deri çantalar asılmış kısrağının üzerinde, yanımda ilerliyordu. Bunlardan birinin içinde iş aletlerinin olduğunu söyledi: mürekkep hokkası, tüylü kalem ve kâğıtlar.
“Öbürü ne için?” diye sordum. İlk çanta içine konanlarla şişmişti, bu ise boş görünüyordu.
“O reisimizin toplanacak kiraları için,” dedi avukat, çantaya vurarak.
“Oldukça yüklü bir miktar bekler gibi görünüyor,” diye bir tahminde bulundum. Bay Gowan iyi niyetle omuzlarını silkti.
“O kadar fazla değil, yavrum. Çoğu kuruş ve ufak metal paralardan oluşacak. Maalesef onlar kâğıt paradan çok daha fazla yer kaplıyorlar.” Kuru ve ince dudakları bir gülümsemeyle kıvrıldı. “Yine de reise verilen diğer eşyalara göre bu bakır ve gümüşlerin taşınması çok daha kolay oluyor.”
Hafifçe arkasına dönüp konvoya eşlik eden ve her birini iki katırın çekmekte olduğu yük arabalarını gösterdi.
“Tahıl torbalarını ve şalgam yığınlarını taşımak da o kadar zor değil, en azından kondukları yerde duruyorlar. Uygun şekilde bağlanmış ya da kafeslenmiş kümes hayvanlarına da itiraz etmiyorum. Her şeyi yemek gibi garip bir alışkanlığı olmasına rağmen keçilere de karşı değilim; geçen sene bir tanesi mendilimi yemişti, gerçi ceketimin cebinden sarkıtarak buna ben sebep olmuştum.” Dudaklarında kararlı bir ifade belirdi. “Bu yıl domuz kabul etmeyeceğimizi kesin bir dille herkese bildirdim.”
Bay Gowan’ın heybelerinin ve iki yük arabasının korunma gerekliliği konvoydaki yirmiden fazla adamın var olmasının sebebini açıklıyordu. Hepsi atlı ve silahlıydı, üzerinde sadece yük taşıyan bir sürü hayvan da vardı, bunların konvoyun yaşamını sürdürebilmesi için gereken malzemeler olduğuna karar verdim. Bayan Fitz vedalaşırken bu kampın son derece ilkel koşullara sahip olacağı konusunda beni uyarmıştı, birçok gece yol kenarında kurulan kamplarda geçirilecekti.
Bay Gowan gibi vasıflı bir adamın hangi sebeple alışmış olduğu medeni şehir hayatını bırakıp Kuzey İskoçya dağlarında kuryelik yapmaya başladığını çok merak ediyordum.
“Buna cevabım oldukça basit,” diyerek sorumu cevaplamaya başladı. “Genç bir adam olarak Edinburgh’da kısıtlı bir çevrem vardı. Dantel perdeli pencereleri olan ve kapısında üzerinde adımın yazılı olduğu pirinç bir levha bulunan bir yerdeydim. Zaman içinde büyüdüm ve her gün dilekçe yazıp feragatname vermekten sıkıldım ve oradan ayrıldım.”
Bir at alıp yükleyip yola çıkmıştı. Nereye gideceğine ve ne yapacağına dair hiçbir karar vermemişti.
“İtiraf etmeliyim ki...” derken burnunun üzerindeki teri baş harfinin işlenmiş olduğu mendille siliyordu, “bu tam bir macera arayışıydı. O zamanlar en maceralı işler olduğunu düşündüğüm haydutluğu ve gemiciliği yapmak için ne boyum müsaitti ne de aile geçmişim. Ben de Kuzey İskoçya
Dağlarına çıkmayı planladım. Klan reislerinden birini beni hizmetine alması için ikna edebilirdim.” Yolculuğu sırasında gerçekten de böyle biriyle karşılaşmıştı.
“Jacob MacKenzie,” dedi. Yüzünde geçmişi keyifle hatırladığını belli eden bir gülümseme belirmişti. “Kızıl saçlı, yaşlı huysuz köftehor.” Bay Gowan başıyla, sisin arasında Jamie MacTavish’in saçlarının parladığı yeri işaret etti. “Torunları da ona çok benziyor. Onunla ilk karşılaştığımızda burnuma silah doğrultmuş beni soymaya uğraşıyordu. Atımı ve hayli yüklü olan çantalarımı ona verdim, zaten aksi gibi bir şansım da yoktu. Ama yürüyerek de olsa ona eşlik etmek için deliler gibi ısrarcı olmam onu biraz afallattı.”
“Jacob MacKenzie. Dougal’la Colum’un babası sanırım,” dedim.
Yaşlı avukat sözlerimi onayladı. “Evet, tabii o zaman daha klan reisi olmamıştı. Bu birkaç yıl sonra gerçekleşti... Benim de biraz payım oldu,” diye ekledi alçakgönüllülükle. “O zamanlar her şey bu kadar medeni değildi.”
“Gerçekten mi?” diye sordum nezaketle. “O zaman siz Colum’a miras kaldınız, diyebiliriz.”
“Onun gibi bir şey. Jacob ölünce ortalık karıştı, varis Colum’du ama o...” Avukat durdu ve bizi duyacak kadar yakında birileri var mı diye çevreyi kontrol etti. Süvariler arkadaşlarıyla sohbet etmek üzere öne ilerlemişlerdi, yük arabasının sürücüsü ise oldukça gerideydi.
“Colum on sekiz yaşına kadar tam bir erkekti ve çok iyi bir lider olacağı her halinden belliydi. Cameronlar’la müttefik olmak için Letitia ile evlendi, evlilik kontratlarını ben hazırladım,” diye eklemeyi de unutmadı. “Evlenmesinin hemen ardından, bir saldırı sırasında atından düştü. Kalça kemiği kırıldı ve adam gibi onarılamadı.”
Öyle olması çok doğaldı.
Bay Gowan derin bir nefes alarak anlatmaya devam etti. “Bunun ardından tam iyileşmeden yataktan kalktı ve merdivenlerden yuvarlanarak diğer bacağını da kırdı. Bir yıla yakın bir süre yatakta yattı ama hasarın kalıcı olduğu ortaya çıkmıştı. Tam o sırada Jacob öldü.”
Küçük adam aklından geçenleri toparlayabilmek için sustu. Birilerini arıyormuş gibi ileri uzandı. Aradığını bulamayınca yeniden eyerin üzerine oturdu.
“O sırada kız kardeşinin evliliği ile ilgili gereksiz yaygaralar da kopmaktaydı. Dougal bu sorunun üstesinden gelemedi. Dougal günün birinde iyi bir reis olacak ama şu an için bu işin gerektirdiği muhakeme gücüne sahip değil.” Başını salladı. “O ne büyük karmaşaydı. Kuzenler, amcalar, ileri gelen arazi sahipleri bu konuyu çözmek için toplanmışlardı.”
“Her şeye rağmen Colum’u reis olarak seçtiler, öyle değil mi?” Colum’un güçlü kişiliğine bir kez daha hayran kalmıştım. Yanımda atını sürmekte olan yaşlı adama bakınca onun dostlarını seçerken çok şanslı olduğunu da düşünmeden edemedim.
“Onu seçtiler ama bunun sebebi iki kardeşin birbirine olan bağlılığıydı. Colum’un zekâsından ya da cesaretinden kimsenin şüphesi yoktu ama vücudu bir sorundu. Savaşta ordusunun başına geçemeyeceği kesindi. İşte o noktada da Dougal devreye girdi, huzursuz ve çabuk kızan biri olmasına rağmen o tam bir erkekti. O Colum’un iskemlesinin arkasında ayağa kalktı ve onun sözünden dışarı çıkmayacağına, savaşta onun kılıcı ve bacakları olacağına yemin etti. Gereken öneri yapılmıştı. Bunun ardından Colum’un reis olmasına izin verildi, bu zaten onun hakkıydı, Dougal’da savaş zamanlarında savaş reisi ilan edildi. Bu daha önce hiç yaşanmamış bir durumdu.”
‘Gereken öneri yapılmıştı’ derken ses tonundan bu öneriyi aslında kimin akıl etmiş olduğunu hemen anladım.
“Peki ya siz? Siz hangisinin adamısınız? Colum’un mu Dougal’ın mı?”
“Benim işim MacKenzie klanını bir bütün olarak düşünmektir,” dedi Gowan, tedbirliydi.
“Formalite olarak ise Colum için yemin ettim.”
Formalite olarak! Sen onu külahıma anlat diye düşündüm. O yemin törenini görmüştüm, gerçi o kadar iri adamın arasında bu küçük adamı görememiştim. O törene katılmış hiçbir insan, doğuştan avukat bile olsa duygulanmadan duramazdı. Yanımdaki kızıl kısrağın üzerinde ilerleyen adam kendini her ne kadar duygusuz bir kanun adamı olarak tanıtsa da, onulmaz bir romantikti.
“Ona büyük yardımınızın olduğu kesin,” dedim.
“Zaman zaman ufak tefek bir şeyler yaparım. Bunu herkes için yaparım. Herhangi bir konuda tavsiyeye ihtiyacın olursa seni de beklerim,” dedi yüzünde büyük bir keyif vardı, “ağzım oldukça sıkıdır, seni temin ederim.” Eyerinin üzerinde, eskilerden kalma hoş bir tavırla eğildi.
“Colum MacKenzie’ye olan sadakatinizle aynı boyutta mı?” diye sordum kaşlarımı kaldırarak. Küçük kahverengi gözlerini bana dikti, onların içindeki zekâyı ve espri anlayışını bir kez daha gördüm.
“Anladım,” dedi, özür diler gibi bir hali yoktu. “Denemeye değerdi.”
“Bence de,” dedim, öfkelenmemiştim, eğleniyordum. “Ama sizi temin ederim ki sizin sıkı ağzınıza ihtiyacım yok, en azından şu an yok.” Söylediklerimi aklımdan bir kez daha geçirince bulaşıcı diye düşündüm. Onun gibi konuşmaya başlamıştım.
“Ben İngiliz kadınıyım,” diye büyük bir ciddiyetle ekledim, “ne eksik ne fazla. Gizli kapaklı bir şey yok, Colum vaktini- sizinkini de- boşa harcıyor.” Ya da var ama bunları size söylemem mümkün değil diye düşündüm. Bay Gowan’ın ağzı çok sıkı olabilirdi ama inanma gücünün o kadar yüksek olacağını sanmıyordum.
“Sizi bu yolculuğa sadece benim tehlikeli sırlarımı açığa çıkarmanız için yollamış olamaz değil mi?” Bu şu an aklıma gelmişti.
“Ah, hayır.” Bu fikir Bay Gowan’ın kahkaha atmasına sebep olmuştu. “Hayır, hayatım, Dougal için kayıt tutmak ve hesap yapmak, gereken zamanlarda uzaklarda yaşayan klan üyelerinin arasındaki hukuki sorunları çözmek benim görevimdir. Ayrıca ilerlemiş yaşıma rağmen içimdeki maceraya atılma tutkusunu öldürmeyi başaramadım. Gerçi şimdi her şey çok daha düzgün,” bu hiç de hoşuna gitmiyormuş gibi içini çekti, “ama yine de birileri bizi soymaya kalkışabilir ya da sınırlarda bir saldırı olabilir.”
“Eyerinin üzerindeki ikinci torbayı okşadı. “Bu tamamıyla boş değil.” Çantanın kapağını, kolayca çekilebilecek şekilde yerleştirilmiş iki adet uzun kabzalı silahın durduğunu görebileceğim kadar araladı.
Beni baştan ayağa kadar süzüp her detayı kafasına kazıdıktan sonra, “Senin de bir silahının olması gerekir hayatım. Dougal bunun gerekmediğini söyleyecektir ama... Onunla bu konuyu konuşacağım,” dedi.
Günün geri kalanını onun anılarından bahsederek çok keyifli bir şekilde geçirdik. Nesli tükenmiş, adam gibi adamlardan ve bu medeniyet denen şey buraları yumuşatmadan önceki zamanlardan bahsettik.
Hava kararınca yola yakın bir düzlükte kamp kurduk. Eyerime bağlamış olduğum battaniyemi alıp kalenin dışında geçireceğim ilk özgürlük gecemi yaşamaya hazırlandım. Ateşin yanından ayrılıp ağaçların arkasına doğru ilerlerken ensemde bir sürü şüpheli bakışın varlığını hissettim. Açık havada bile özgürlüğümün belirli bir sınırı vardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yabancı
RomanceSene 1945. Eski bir savaş hemşiresi olan Claire Randall, evine dönmüştür. Tekrar bir araya geldiği eşiyle ikinci bir balayına çıkar. Salisbury Düzlüğü'nde bulunan tarihi taş çemberini ziyaret ederler. Bu taşlardan birine dokunan Claire birden kendin...