Elbisemin kolunun üzerinde duran ve hâlâ nemli olan yosunu kaldırıp karakol kayıt defterinin ortasına yerleştirdim. Yakınımda duran mürekkep hokkasını görünce yosunu alıp ona batırdım ve oradan alıp yine bu defterin üzerine koydum, ilginç desenler oluşmuştu. Bu işe kendimi iyice kaptırmıştım, bir sanat şaheseri oluşturduğuma inandıktan sonra bunu altına kaba bir sözcük yazarak tamamladım ve üzerine kum serpip iyice kuruttuktan sonra dik bir şekilde masanın arkasına dayadım.
Bir adım geri çekilerek eserimi seyrettim, bu da bitmişti, etrafıma bakınıp dikkatimi dağıtacak yeni meşgaleler aramaya başladım. Komutan Randall’la yapacağım kaçınılmaz görüşmeyi düşünmek istemiyordum.
Bir komutana yakışır bir ofisti; duvarlardaki resimler, yazı masasının gümüş kulpları, yerdeki kalın halı gayet hoştu. Halının ortasına ilerledim, süzülen suların oraya akması daha uygun olacaktı. Kaleye yaptığımız yolculuk sırasında üzerimdekiler kurumuştu ama iç eteğim ve onun altındakiler hâlâ ıslaktı.
Masanın arkasında duran küçük dolabı açtım ve Komutan’ın yedek peruğunun orada durduğunu gördüm. Bir çift demir ayağın üzerine yerleştirilmişti, arkasında sırayla gümüş kenarlı bir ayna, asker tarakları, fırçalar ve kemik taraklar dizilmişti. Peruğu masanın üzerine taşıdım ve onu dolaba geri koymadan önce üzerine biraz önce yapmış olduğum işten artan kum tanelerini serptim.
Komutan içeri girdiğinde masanın arkasında elimde bir tarakla oturmuş aynada kendimi seyrediyordum. Benim darmadağınık görüntüme, karıştırılmış dolaba ve üzeri lekelenmiş kayıt defterine şöyle bir baktı.
Gözünü bile kırpmadan bir iskemle çekip tam karşıma oturdu ve rahat bir tavırla bir ayağını diğer dizinin üzerine koydu. Elinde küçük kamçısı vardı. Onun sapındaki kırmızı siyah saç örgüsünü seyretmeye başladım, halının üzerinde ileri geri sallanıyordu.
“Bu da çekici bir fikir,” dedi nereye baktığımı görünce. “Ama sanırım önümüzdeki birkaç dakika içerisinde çok daha keyifli şeyler bulabilirim.”
“Bundan eminim,” dedim gözümün önüne düşmüş buklelerimden birini arkaya atarken. “Ama kadınları kamçılatmanız yasak sanırım, öyle değil mi?”
“Bazı durumlarda buna iznimiz var,” dedi kibar bir tavırla. “Şimdilik senin durumun buna uygun değil, şimdilik... Zaten bu çok daha halka dönük bir ceza, bence konuyu aramızda halledebiliriz.” Arkasında duran büfeye uzanıp üzerindeki sürahiyi aldı.
Kadehlerin üzerinden birbirimizi süzerek bordo şaraplarımızı yudumladık.
“Evliliğinizden ötürü sizi kutlamayı unuttum,” dedi birdenbire. “Kabalığımı affedin.”
“Hiç önemli değil,” dedim asil bir tavırla. “Kocamın ailesi bana göstermiş olduğunuz bu misafirperverlikten çok hoşnut kalacaktır.”
“Bundan şüpheliyim,” dedi dudaklarında kocaman bir gülümseme belirmişti. “Sanırım onlara burada olduğunuzu haber vermedim.”
“Bunu bilmediklerini düşünmenize sebep olan şey nedir?” diye sordum, kendime olan güvenimi korumaya çalışıyordum ama içimde bir boşluk hissetmeye başlamıştım. Pencereye bir göz attım ama binanın diğer tarafındaydık. Jamie’nin terk edilmiş atımı bulmasına ne kadar vardı? Ne zaman benim akarsuya giden izlerimi görüp bir noktada kaybedecekti? İzlerin yok olması benim için bir dezavantaja dönüşmüştü. Randall Dougal’a haber göndermediği sürece burada olduğumu bilmelerine imkân yoktu.
“Bunu bilseler,” dedi Komutan bir kaşını havaya kaldırarak, “şu ana kadar çoktan beni ararlardı. Son buluşmamızda Dougal MacKenzie’nin bana sarf etmiş olduğu sözcükleri düşünürsek benim kadınlar için uygun bir refakatçi olmadığımı çok iyi biliyor. MacKenzie klanı size öyle bir değer veriyor ki benim ellerime düşmemeniz için sizi akrabalığa kabul ettiler. Sizin böyle iğrenç biriyle vakit geçirmenize izin vereceklerini hiç sanmıyorum.”
Islanıp kurumuş giysilerime ve kabarık saçlarıma onaylamaz bir tavırla bakıyordu.
“Lanet olsun, seni neden bu kadar çok istediklerini bir çözebilsem,” dedi dayanamayarak. “Ya da bu kadar kıymetli bir şeyi kırların ortasında tek başına dolaşmaya nasıl bıraktıklarını. Barbarların bile kadınlarına bundan iyi baktıklarından eminim.” Birdenbire gözleri parlamaya başladı. “Ya da sen onlardan ayrılmayı düşünmüş olabilir misin?” Arkasına yaslandı, bu yeni fikrinden çok etkilenmişti.
“Düğün gecen umduğundan daha kötü mü geçti?” diye sormaya başladı. “İtiraf etmem gerekirse senin benimle görüşmek yerine bu vahşi, yarı çıplak, kıllı adamlardan biriyle yatağa girmeyi kabul etmen beni oldukça şaşırttı. Bu görevinize çok bağlı olduğunuzun bir göstergesidir madam. Ve size bu görevi veren kişileri gerçekten kutlamam gerekir. Ama...” İyice arkasına yaslandı ve şarap kadehini dizinin üstünde dengeledi, “Korkarım işvereninizin adını öğrenmekte ısrarcı olacağım. MacKenzielerden de ayrılmayı tercih etmiş olmanız sizin bir Fransız ajanı olduğunuzu gösterir. Ama kimin?”
Bana dikkatle bakmaya başladı, bir kuşu cezp etmeye çalışan bir yılan gibiydi. Bense içimdeki boşluğu dolduracak kadar şarap içmiştim. Gözlerimi ona diktim.
“Ah,” dedim benden umulmayan bir kibarlıkla, “sanırım bu konuşmaya ben dâhil değilim. Kendi başınıza bu işi gayet güzel başarıyorsunuz. Devam edin lütfen.”
Dudaklarını hafifçe kastı, köşedeki çizgisi daha belirgin hale gelmişti, hiçbir şey söylemedi. Kadehini yanına koyduktan sonra ayağa kalktı ve başındaki peruğu çıkardı. Dolaba gidip onu oradaki boş peruk yerine koydu. Bu sırada diğer peruğunun üzerindeki siyah benekleri gördü ve bir an durdu, yüzündeki ifade değişmedi.
Saçları, siyah, gür ve parlaktı. Omuzlarına kadar uzanan saçları mavi bir kurdeleyle bağlanmıştı, uzunluklar farklıydı ama artık Frank’e daha çok benziyordu. Masadan tarağı aldı ve peruğu çıkarırken dağılmış saçlarını taradı ve kurdelesini yeniden bağladı. Ona yardımcı olmak için aynayı yukarı kaldırdım, böylelikle kendini daha iyi görebilecekti. Onu elimden aldı ve dolaba geri koydu, dolabın kapağını çarparak kapadı.
Bu yavaş hareketlerinin sebebi benim umutlarımı kırmak için miydi - böyleyse başarılı olmuştu yoksa ne yapacağına karar veremediğinden miydi anlayamıyordum.
Odaya getirilen bir tepsi çay, o an için gerilimin biraz ortadan kalkmasına yardımcı oldu. Randall hiç konuşmadan bir bardağa çay koyup bana uzattı.
“Sakın söyleme,” diyerek konuşmaya başladım. “Bırak ben tahmin edeyim. Bu yeni işkence yöntemin, boşaltım sistemime saldırıyorsun. Ben dayanamayıp oturak isteyene kadar bana bir şeyler içirmeye devam edeceksin ve sonunda ben her şeyi itiraf edeceğim.”
Bu sözleri hiç beklemiyordu ve gerçek bir kahkaha attı. Bu yüzünü çok değiştirmişti, çekmecesindeki kadın el yazısıyla dolu mektupların sebebini şimdi anlayabiliyordum. Kendini tutmadı ve bir kahkaha koyuverdi. Bitirince yeniden dudaklarına o yarım gülümsemesini kondurup beni süzmeye başladı.
“Ne olduğunuzu bilemiyorum madam ama insanı şaşırtmayı iyi biliyorsunuz,” dedi. Kapının yanında asılı olan zili çekti ve gelen emir erine beni gerekli yere götürmesi için emir verdi.
“Yolda onu kaybetmemeye çalış, Thompson,” diye eklemeyi unutmadı, bu sözleri önümde komik bir reverans yaparak söylemişti.
Bana gösterilen yere girip kapısına dayandım. Onun varlığını hissetmemek iyi gelmişti ama bu kısa süreli bir rahatlıktı. Kişisel deneyimimden ve onun hakkında duymuş olduğum hikâyelerden Randall’ın nasıl bir karaktere sahip olduğunu çok iyi biliyordum. Bunlar Frank’in ters tarafına denk gelindiğinde yaptığı lanet olası ani çıkışlarıyla aynıydı. Onu güldürmekle büyük bir hata yapmıştım.
Kokuyu umursamadan oturup bu problemi nasıl çözeceğimi düşünmeye başladım. Kaçmam imkânsız gibi görünüyordu. Thompson tetikteydi ve Randall’ın ofisi de binanın tam ortasındaydı. Kalenin her tarafı taştan yapılmıştı, duvarlar beş metrenin üstündeydi ve kapılar çok iyi korunuyordu, ayrıca hepsi çift kapıydı.
Midem bozulmuş gibi yapıp buradan dışarı çıkmayabilirdim ama bundan hemen vazgeçtim-bunun tek sebebi bulunduğum ortamın iğrenç olması değildi. Bu saçma bir geciktirme operasyonuydu; neyi geciktiriyordum, ya da ne için geciktiriyordum? Burada olduğumu kimse bilmiyordu ve Randall’ın bunu birilerine haber vermeye hiç niyeti yoktu. O dilediği sürece burada kalmaya mahkûmdum, şu an onun oyuncağıydım. Bir kez daha onu güldürdüğüm için pişman oldum. Espriden anlayan bir sadist gerçekten çok tehlikeli olabilirdi.
Hızla Komutan hakkında bildiğim her şeyi bir araya getirmeye çalıştım, bu isme iyice yoğunlaşmaya çalıştım. Yarım kulakla dinlemiş olduğum her şeyi hatırlamaya çabaladım. Hatırlayabildiğim şey çok ufak bir kozdu ama bunu oynayacaktım. Derin bir nefes aldım ve aldığımdan daha büyük bir hızla bırakıp sığınağımı terk ettim.
Ofisine geri döndüğümde çayıma şeker koyup karıştırdım. Sonra krema ekledim. Bu işi olabildiğince uzatmaya çaba gösteriyordum, onun suratına bakmadan önce mümkün olduğunca vakit kazanmaya uğraşıyordum. O yine en sevdiği pozunu almıştı, tepemde durmuş bana bakıyordu.
“Pekâlâ,” dedim. “İştahımı kaçırmayı başaramayacaksın çünkü yok. Benim hakkımda ne yapmayı düşünüyorsun?”
Gülümseyerek önündeki çaydan bir yudum aldı.
“Hiçbir şey.”
“Gerçekten mi?” Şaşırmış gibi kaşlarımı kaldırdım. “Yeni bir fikrin yok mu?”
“Bir şey düşünmeye gerek görmedim,” dedi her zamanki nezaketiyle. Gözlerini bir kez daha üzerimde dolaştırdı.
“Hayır,” dedi, göğüslerimin biraz daha ortaya çıkması için mendilimi içine sıkıştırdığım korsajıma bakarak, “işin aslında size tavrınızdan ötürü hak ettiğiniz cezayı vermekten büyük bir keyif alırdım ama bu keyfi sonsuza dek ertelemek durumundayım korkarım. Sizi ilk sevkiyatla Edinburgh’a göndermeye karar verdim. Oraya yüzeysel bir takım yaralarla varmanızı istemiyorum, amirlerim bundan benim dikkatsiz bir adam olduğum sonucuna varabilirler.”
“Edinburgh’a mı?” Şaşkınlığımı gizlemeyi başaramamıştım.
“Evet, Tolbooth’u duymuşsunuzdur.”
Duymuştum. Tarihin en gürültülü ve en iğrenç hapishanelerinden biriydi. Karanlığı, pisliği, işlenen suçları ve hastalıklarıyla meşhurdu. Oradaki mahkûmların çoğu mahkemeye bile çıkamadan ölüp gidiyordu.
Randall çayından keyifle bir yudum aldı.
“Orada kendini çok iyi hissedeceksin. Olanlara bakılırsa, nemli ve pis yerleri sevdiğin çok açık...” Elbisemin altından sarkan nemli iç eteğime bakıyordu. “Leoch Kalesi’nden sonra kendini evindeymiş gibi hissedeceğin bir yer sunuyorum sana.”
Yemeklerin Colum’un sofrasında bulunanlar kadar lezzetli olacağından şüpheliydim. Orası son derece konforlu bir yer olsa bile beni oraya göndermesini engellemem gerekiyordu - bunu yapamazdı, yapmamalıydı - oradan taş yapıta dönmem imkânsızdı. Buna izin veremezdim.
Kozumu oynama zamanı gelmişti. Ya şimdi ya da hiç... Fincanımı kaldırdım.
“Nasıl isterseniz,” dedim sükûnetle. “Bu konuda Sandringham Dükü ne düşünecektir bir fikriniz var mı?”
Şaşkınlıkla kaynar çayı kucağına döktü ve garip sesler çıkardı.
“Ne?” dedim rahatsız edici bir tavırla.
Sakinleşmeye çalıştı, gözleri bendeydi. Çay fincanı yana devrilmişti, açık yeşil renkli halının üzerinde kahverengi lekeler oluşmuştu. Zili çalmak için herhangi bir hareket yapmadı. Boynunda küçük bir damar atmaya başlamıştı.
Masasının sol üst çekmecesindeki mineli bir enfiye kutusunun yanında duran kolalı mendillerinden birini çıkarıp ona verdim.
“Umarım leke yapmaz,” dedim tatlılıkla.
“Hayır,” dedi mendili görmezden gelerek. Gözlerini bana dikti. “Hayır, bu mümkün değil.”
“Neden olmasın?” diye sordum şefkatli bir tavırla, neyin mümkün olamayacağını işin aslında ben de çok merak ediyordum.
“Bunu bana söylerlerdi. Sandringham için çalışıyorsan neden böylesine aptalca davranışlar sergiliyorsun?”
“Belki de Dük senin sadakatini sınıyordur,” diye bir laf söyledim, her an ayağa fırlamaya hazırdım. Yumruklarını sıkmıştı, küçük kamçısı masanın üzerinde elini attığı anda ulaşabileceği bir mesafedeydi.
Bu cevabıma bir homurtuyla karşılık verdi.
“Ya da sen benim ne kadar saf olduğumu bulmaya çalışıyorsun. Ya da bu tavrına daha ne kadar tahammül edebileceğimi sınıyorsun. Saf değilim ve tahammül sınırım da oldukça düşük.” Gözlerini iyice kısmıştı ben gelebilecek bir darbeye karşı ellerimi karnımın üzerine koymuştum.
O ileri doğru bir hamle yapınca yana kaçtım. Demliği tuttuğum gibi üzerine fırlattım. Yana kaçtı ve demlik kapıya patlayarak kırıldı. Hemen kapının önünde beklemekte olan emir eri kapıyı aralayıp kafasını içeri uzattı.
Komutan burnundan soluyarak ona içeri girmesini işaret etti.
“Tut onu,” diye emretti haşin bir tavırla, bu arada masanın arkasına geçmişti. Benim nefesim de hızlanmıştı, sakin olmaya çalışıyordum ama başıma ne geleceğini merak etmeden duramıyordum.
Bana vurmak yerine bakma fırsatını bulamadığım sağ alt çekmecesini açtı ve oradan uzun ince bir ip çıkardı.
“Ne tip bir adam çekmecesinde ip bulundurur?” diye sordum umursamaz bir tavırla.
“Hazırlıklı bir adam, madam,” diye mırıldandı, bu sırada bileklerimi arkadan birleştirip bağlamakla meşguldü.
“Git,” dedi emir erine ve arkasından bağırmaya devam etti. “İçeriden ne duyarsan duy asla bu odaya girmeyeceksin.”
Bu son derece kötü şeyler olacağının ilk habercisiydi. O yeniden çekmecesine yönelince bu düşüncemin boş yere olmadığını anladım.
Karşısında parlayan bir bıçak görmek insanın sinirlerini bozuyordu. Savaş alanındaki bir adam bile bıçak görünce hafifçe geri çekiliyordu. Ben de geri çekilmeye başladım, arkamda bağlı duran ellerim duvara çarpınca durmak zorunda kaldım. Bıçağın parlak ucu yavaşça aşağı inip göğüslerimin arasında durdu.
“Şimdi,” dedi tatmin olmuş bir sesle, “Bana Sandringham Dükü’yle ilgili bildiğin her şeyi anlatacaksın.” Bıçağı biraz daha bastırarak elbisemin üzerinde küçük bir delik açtı. “Dilediğin kadar bekleyebilirsin tatlım. Benim hiç acelem yok.” Hafif bir ses duydum. Bu kumaşta açılan yeni bir delikten gelen sesti. Bıçağın tam kalbimin üzerinde durduğunu hissettim, buz gibiydi.
Randall bıçağa yarım daire çizdirerek göğsümün altına doğru indi. Kumaş parçalanmış ve göğsüm dışarı fırlamıştı. Randall nefesini tutmuş gibiydi, çok yavaş nefes alıp veriyordu ve gözleri benimkilere dikilmişti.
Hafifçe yana çekilmeye çabaladım ama hareket edebileceğim alan çok kısıtlıydı. Bu manevra denemem de masaya dayanarak son buldu, bağlı ellerimle masanın kenarına yapıştım. Çok yakına geldiği anda geriye doğru bükülüp elindeki bıçağa bir tekme atabilirdim. Beni öldürmek istediğini düşünmüyordum, Dük’le olan ilişkisi hakkında neler bildiğimi öğrenmeden bunu yapmayacaktı. Bu içime biraz su serpiyordu ama serpmesi doğrumuydu onu da bilemiyordum.
Gülümsedi, Frank’e sinir bozucu derecede benzemeye başlamıştı. Bu onun öğrencilerini büyülemek ve taş kalpli yöneticileri kandırmak için kullandığı gülüşüyle aynıydı. Başka şartlarda karşılaşmış olsaydık onu etkileyici bulabilirdim ama şu an hiç öyle değildi.
Hızla dizini kalçamın arasına sokup beni omuzlarımdan geriye doğru bastırdı. Dengemi koruyamadım ve masanın üzerine devrildim. Bileklerimin üzerine düştüğüm için canım çok acıdı ve çığlık attım. Bacaklarımın arasına girdi ve bir eli çıplak göğsümü yoğururken diğeriyle eteğimi sıvamaya başladı. Tekme atmaya çalıştım ama bu eteğimin sıvanmasını daha da kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramadı. Ayağımı yakaladı ve çıplak bacağımı okşamaya başladı, ıslak iç eteğimi yukarı itiyordu, kombinezonumu da belime kadar sıyırdı. Elini pantolonuna götürdü.
Öfkeyle firari Harry’yi düşündüm. Bu İngiliz askerlerinin bundan başka işi yok muydu? Yüce ve geleneklerine bağlı İngilizler, hadi canım...
İngiliz Garnizonu’nun ortasında çığlık çığlığa bağırmamın hiçbir anlamı olmayacaktı ama yine de ciğerlerimi nefesle doldurup şansımı denedim. Bunun karşılığında aslında bir tokat bekliyordum ama gelmedi. Tam tersine bu çok hoşuna gitmiş gibi görünüyordu.
“Devam et, bağır hayatım,” diye fısıldayarak fermuarını açmaya devam etti. “Ne kadar çok bağırırsan o kadar çok hoşuma gider.”
Gözlerinin içine bakıp, hırladım.
“Hadi bakalım, becer beni!” dedim arsız bir tavırla.
Siyah saçlarından ufak bir demet alnının üzerine düşünce bir an bacaklarımı aralayıp ona cevap vermek istedim çünkü altıncı kuşak torununa çok benzemişti. Vahşi bir tavırla göğsümü sıktığı anda bu dürtü yok oldu.
Öfkeden delirmiştim, ondan iğreniyordum, çok aşağılanmıştım ve karşı koyuyordum, nedense o kadar çok korkmuyordum. Bacaklarımın arasında bir yumuşama hissettim ve sebebini hemen çözdüm. Ben bağırmadığım sürece keyif alamayacaktı; demek ki bu hiç gerçekleşmeyecekti.
“Ah, demek sorun bu, öyle mi?” dedim ve karşılığında yüzüme bir tokat yedim. Ağzımı sımsıkı kapatıp başımı yana çevirdim, onu azdıracak yanlış bir hareket yapmamaya kararlıydım. Tecavüzden çok onun gem vurulamaz öfkesinden korkuyordum. Ona bakmamaya çalışırken camın önünde bir hareket gördüm.
“Ellerini karımın üzerinden hemen çekersen çok mutlu olurum,” dedi soğuk ve sakin bir ses. Randall eli hâlâ göğsümün üzerinde öylece dondu. Jamie’nin elinde tabancası vardı.
Randall birkaç saniye o şekilde kalakaldı, kulaklarına inanamıyor gibiydi. Yavaşça pencereye dönerken Jamie’nin göremediği sağ eli sol göğsümü bırakıp masanın üzerinde duran bıçağa doğru uzandı.
“Ne dedin sen?” diye sordu, duyduğuna inanamamıştı. Eliyle bıçağı yakaladığı anda konuşanın kim olduğunu görebilmek için başını pencereye çevirdi. Bir an bakakaldı ve ardından gülmeye başladı.
“Aman Tanrım, bu bizim vahşi İskoç kedimizmiş! Senin işini tamamıyla bitirmiş olduğumu düşünüyordum! İyileşip geri mi döndün? Ve bunun karın olduğunu mu söylüyorsun? Onun da tadı çok güzel, tıpkı kız kardeşin gibi.”
Vücudunun kapattığı bıçaklı elini boğazıma yaklaştırdı. Onun omzunun üzerinden Jamie’yi görebiliyordum, pencereye tünemiş atlamaya hazır bir kediye benziyordu. Tabancayı tutan eli titremiyordu, yüzündeki ifadede herhangi bir değişiklik yoktu. Duygularını belli eden tek şey boğazından yukarı doğru yükselmekte olan kızarıklıktı, gömleğinin yakası açıktı ve boynundaki yaranın rengi kıpkırmızıydı.
Randall bıçağı görünür hale getirip iyice boğazıma bastırarak Jamie’ye döndü.
“Silahını buraya doğru fırlatman bence daha doğru olur, tabii evlilikten sıkıldıysan onu bilemem. Dul kalmayı da tercih ediyor olabilirsin...” Gözleri kenetlendi, iki adam da kısa bir süre boyunca hiç hareket etmediler. Sonunda Jamie’nin vücudu gerginliğini kaybetti ve vazgeçmiş bir tavırla derin bir nefes alıp tabancasını odanın ortasına fırlattı. Silah tıngırdayarak yere düştü ve Randall’ın ayağının dibine geldi.
Randall hızla yere eğilip silahı aldı. O bıçağı boğazımdan çeker çekmez doğrulmaya çalıştım ama hızla göğsüme bastırıp beni geri yatırdı. Bir eliyle beni orada tutarken diğer elindeki silahı Jamie’ye doğrultmuştu. Elinden bırakmış olduğu bıçak ayağımın dibinde bir yerlerdeydi. Başparmağımla onu yakalayabilir miydim? Kamam ulaşamayacağım kadar uzak bir noktadaydı.
Jamie’nin ortaya çıkması Randall’ın gülümsemesini yok etmemişti ama şu an bu gülümseme iyice ortaya çıkmıştı. Köpek dişleri bile görünüyordu.
“Evet, bu çok daha iyi...” Göğsüme bastırdığı elini yeniden fermuarına götürdü. “Sen gelmeden önce başladığım bir iş vardı sevgili dostum. Bu işe kaldığım yerden devam etmem umarım canını sıkmaz.”
Jamie’nin yüzü kıpkırmızı oldu ama yerinden kıpırdamadı, silah hâlâ ona dönüktü. Randall bana doğru döner dönmez Jamie kendini tabancanın önüne attı. Bağırarak onu durdurmaya çalıştım ama dilim damağıma yapışmıştı. Randall’ın tetiğe asılan parmaklarının eklemleri bembeyaz olmuştu.
Silahtan çıkan çıt sesi odada yankılanırken Jamie yumruğunu Randall’ın midesine gömmüştü. Diğer yumruğu adamın burnuna çarparken iğrenç bir çıtırtı çıktı ve eteğime kanlar sıçradı. Randall’ın gözleri yerinden kaydı ve adam bir taş gibi odanın ortasına devrildi.
Jamie arkama geçip beni kaldırdı ve bileklerimdeki ipleri kesti.
“Buraya boş bir silahla gelip blöf mü yaptın?” diye isterik bir çığlık attım.
“Dolu olsaydı adamı gördüğüm anda vururdum, vurmaz mıydım söylesene?!” diye tısladı.
Koridordan ayak sesleri duyuldu. İplerden kurtulmuştum, Jamie beni pencereye doğru çekti. Pencerenin yerden yüksekliği yaklaşık üç metre kadardı ama ayak sesleri çok yaklaşmıştı ve birlikte aşağı atladık.
Ben yere çarpınca yuvarlandım, eteklerim birbirine dolanmıştı. Jamie beni yerden kaldırıp duvara doğru ittirdi. Köşeden yine ayak sesleri geliyordu, altı asker gördük ama onlar bizim olduğumuz tarafa bakmadan ilerlemeye devam ettiler.
Onlar uzaklaşır uzaklaşmaz Jamie elimi tutup beni diğer köşeye doğru koşturdu. Köşeye geldiğimiz anda yine duvara yapışarak kısa bir süre durduk. Nerede olduğumuzu anlamıştım. Altı metre kadar ilerde kalenin dış duvarına geçişi sağlayan bir çeşit kedi merdiveni vardı. Jamie başıyla onu bana gösterdi, ulaşacağımız nokta orasıydı.
Başını iyice bana yaklaştırıp fısıldadı. “Patlamayı duyduğun anda son hızla merdivene koş ve tırman ben arkanda olacağım.”
Başımı sallayarak anladığımı belirttim. Kalbim deli gibi atıyordu, başımı aşağı indirip bakınca bir göğsümün hâlâ açıkta olduğunu gördüm. Şu an bunun için yapılabilecek bir şey yoktu. Eteklerimi toplayıp koşmaya hazırlandım.
Duvarın dışından oldukça güçlü bir patlama sesi geldi, havan topu atılmış gibi bir ses çıkmıştı. Jamie beni hafifçe iter itmez koşup merdivene sıçradım ve tırmanmaya başladım, Jamie de tırmanmaya başlayınca ahşap onun ağırlığıyla çıtırdamaya başladı.
Merdivenin tepesine gelince dönüp kaleye baktım, duvarın yanındaki küçük binadan simsiyah bir duman çıkıyordu ve adamlar oraya doğru koşuşturup duruyordu.
Jamie hemen yanımda belirdi. “Buradan.” Eğilerek geçitten geçti ben de onu izledim. Duvara yerleştirilmiş bayrak direğinin yanında durduk. Bayrak kafamızın üzerinde sallanıyor, ipi de direğe ritmik sesler çıkararak çarpıyordu. Jamie duvardan aşağı bakarak bir şeyler aranıyordu.
Yeniden dönüp baktım. Adamlar küçük binanın yanına toplanmış bağırıyorlardı. Bir kenarda ahşap bir platform vardı, bir, bir buçuk metre yüksekliğindeydi ve yanında bir merdiven bulunuyordu. Tam ortasında kocaman ahşap bir haç yükseliyordu, bu haçın kenarlarından ise ipler sarkıyordu.
Jamie duvardan aşağı bakmaya devam ederek ıslık çaldı. Rupert yanında Jamie’nin atıyla birlikte duvara yanaştı.
Jamie bayrak direğinin ipini kesti. Ağır kırmızı mavi bayrak aşağı kayıp yanıma düştü. İpin boşta kalan uçlarından birini payandalardan birine bağladı ve diğer ucunu da duvardan aşağı sarkıttı.
“Çabuk ol!” dedi. “İpi iki elinle sımsıkı tut, ayaklarını duvara yaslayarak aşağı in. Haydi!” Hemen söylediklerini yaptım, ip kayarken ellerimi yaktı. Atların yanına, yere indim ve hemen Jamie’nin atına bindim. O da arkama bindi ve dörtnala ilerlemeye başladık.
Arkamızdan kimsenin gelmediğinden emin olduğumuzda kaleden üç dört kilometre kadar uzaklaşmıştık, atlarımızı yavaşlattık. Dougal kısa bir söylevden sonra Mackintosh topraklarına doğru ilerlememizin en iyi çözüm olduğunu bildirdi, orası en yakın güvenli klan topraklarından biriydi.
“Akşam Doonesbury’ye varmış oluruz, orası yeteri kadar güvenli olacaktır. Yarın bizden her yerde bahsedilecektir ama bu haberler oraya ulaşmadan biz sınırı geçmiş oluruz.” Akşamüstüydü, atı sabit bir hızla sürüyorduk, ikimizi birden taşıyan at haliyle en arkadan ilerliyordu. Atım bıraktığım yerde hâlâ mutlu mutlu otluyor ve onu evine götürecek şanslı kişiyi bekliyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yabancı
RomansaSene 1945. Eski bir savaş hemşiresi olan Claire Randall, evine dönmüştür. Tekrar bir araya geldiği eşiyle ikinci bir balayına çıkar. Salisbury Düzlüğü'nde bulunan tarihi taş çemberini ziyaret ederler. Bu taşlardan birine dokunan Claire birden kendin...