Önümdeki koyu renge bürünmüş omuzlar karanlıkta benden uzaklaştı. Sert bir şekilde itilince dirseğim tahta bir yere çarptı ve karanlık bir yere düştüm, burada kokan canlı bir şeyler kımıldanıp duruyordu. Çığlık atarak kaçmaya uğraştım, ne olduğunu bilemediğim bir sürü ufak şey etrafımı sarmıştı ve aralarından daha iri bir şey, tiz bir ciyaklamayla kalçama atladı.
Yuvarlanarak kaçmayı başardım ama birkaç adım ötedeki toprak yığınına çarptım ve baştan aşağı toprak içinde kaldım. Bu duvara mümkün olduğu kadar çok yaklaştım ve oraya sığındım, bu deliğe benimle birlikte kapatılmış olan şeyin ne olduğunu çözmeye çalışıyordum. Bu neyse gayet iri bir şey olduğu kesindi, hızlı nefes alıyordu ama hırlamıyordu. Bir domuz olabilir miydi?
“Kim var orada?” diye bir ses geldi karanlığın içinden, korkulu ama yüksek bir sesti. “Claire, sen misin?”
“Geilie!” Soluk soluğa onu aramaya başladım, onun da benim gibi araştıran elleriyle karşılaştım. Birbirimize sıkıca sarılıp karanlığın içinde ileri geri sallanmaya başladık.
“Burada bizden başka bir şey var mı?” diye sordum etrafa bakınırken. Gözlerim karanlığa alışmıştı ama yine de doğru dürüst görmeyi başaramıyordum. Yukardan bir yerden hafif bir ışık sızar gibiydi ama aşağıda gördüğüm gölgeler yüzünden birkaç santim ötemde duran Geilie’nin yüzünü bile adam gibi seçemiyordum.
Geilie hafifçe güldü. “Sanırım birkaç fare ve diğer haşaratlar. Ve insanı yere serecek bir koku...”
“Koku benim de dikkatimi çekti. Nerede olduğumuzu biliyor musun?”
“Hırsızların deliğinde. Geri çekil!”
Başımızın üzerinden kulak tırmalayan bir ses geldi ve ortalık aydınlandı. Kendimi duvara yapıştırdım, bu hareketi tam zamanında yapmış yukarıdan boşaltılan çamur ve pislikten oluşan duşu yememiştim. Hafif bir sesle yere düştüler. Geilie eğilip yerden bir şey aldı. Üstümüzdeki kapak hâlâ açıktı, bunun ufak bir somun olduğunu gördüm, bayat ve gübre kaplıydı. Geilie onu dikkatle eteğiyle temizledi.
“Akşam yemeği,” dedi. “Aç mısın?”Kapak bir sonraki geçenin dilediğini içeri atması için açık bırakıldı. Çiseleyen yağmur ve rüzgâr içeri doluyordu. Burası son derece rutubetli ve soğuk olan iğrenç bir yerdi. Suçluları koymak için çok uygun bir yer olduğunu düşündüm. Hırsızlar, berduşlar, kâfirler, zina yapanlar... Ve cadı olduğundan şüphelenilenler için...
Geilie ile birlikte ısınabilmek için duvarın dibine sindik, fazla konuşmuyorduk. Zaten söylenebilecek pek fazla bir şey yoktu, şu an birbirimiz için çok değerliydik ve sabırla beklemeliydik.
Gece olunca deliğimiz iyice karardı yine hiçbir şey görünmüyordu.“Sence bizi burada ne kadar tutarlar?”
Geilie bacaklarını uzatarak gerindi, bacaklarına sabah ışığının ilk huzmeleri değdi. Aslında pembe beyaz olan bacakları şu an çok kötü durumdaydı.
“Çok uzun değil,” dedi. “Din müfettişlerini bekliyorlar. Arthur geçen ay onlara mektup yazmıştı ve bunun düzenlemelerini yapmıştı. Sanırım bunu yaptığında ekimin ikinci haftasıydı. Gelmeleri çok yakındır.”
Ellerini ısıtmak için birbirine sürttükten sonra dizlerinin üzerine koydu, orası birazcık güneş alıyordu.
“Bana bu müfettişleri anlat,” dedim. “Onlar tam olarak ne yaparlar?”
“Bunu net olarak ben de bilmiyorum. Bugüne kadar hiçbir cadı davası görmedim, ne olduğunu çok duydum ama...” Bir an düşünmek için durdu. “Onlar buraya aslında bir takım arazi sorunlarını çözmek üzere geliyorlar, bir cadı davasıyla karışılacaklarının farkında değiller. Yani en azından buraya gelenler cadı deşicilerden değil.”
“Ne değiller?”
“Cadılar acı hissetmezler,” diye açıkladı Geilie. “Haliyle bir şeyle onları deldiğin zaman kanları da akmaz.” Bir cadı deşicinin değişik boyutlarda bir sürü şişi, neşteri ve delici aletleri vardır, bunları durumu anlamak için farklı şekillerde kullanır. Frank’in kitaplarında buna benzer bir şey gördüğümü hatırlar gibiydim, o zamanlar bunu on yedinci yüzyılda yapılan ortak bir uygulama olmadığını düşünmüştüm, özellikle bu işle ilgili olduğunu anlayamamıştım. Öte yandan Cranesmuir uygarlığın merkezi olarak zaten düşünülemezdi.
“O zaman başımıza çok kötü bir şey gelemez,” dedim, tabii aslında işin ucunda birkaç kez şişlenmek vardı. “Bu testi rahatlıkla geçeriz. Ya da en azından ben geçerim,” diye ekledim. “Sende denedikleri zaman kan yerine buz gibi bir suyla karşılaşabilirler.”
“Ben bundan pek emin değilim,” dedi cevap olarak, onu aşağılamamı görmezden gelmişti. “Bu cadı deşicilerin iğnelerinin farklı olduğunu duymuştum; deriye bastırınca içine kaçıyor ve tam olarak içeri kadar girmiyor.”
“Ama neden? Neden birini cadılıkla itham etmek istiyorlar ki?”
Güneş batmaya başlamıştı ama akşamüstü güneşi hâlâ bizi aydınlatıyordu. Geilie’nin yüzünde benim bu saflığıma acıyan bir ifade gördüm.
“Hâlâ anlamadın değil mi?” diye sordu. “Bizi öldürmek istiyorlar. Burada sebep ya da kanıt hiç önemli değil. Her şekilde yakılacağız.”
Bir gece önce halkın yaptığı baskın sonucunda şoka uğramıştım ve bunu da şafak sökene kadar Geilie’ye sarılarak çözmeye çalışmıştım. Sabah olunca yavaş yavaş kendime gelip düşünebilmeye başlamıştım.
“Neden Geilie?” diye sordum ama nefesim kesilmiş gibiydi. “Bunu neden yaptıklarını biliyor musun?” Deliğin havası gittikçe ağırlaşıyordu, çürümüş kalıntılar, pislik ve ıslak toprak kokusu her yana sinmişti, kendimi erken kazılmış bir mezarda gibi hissettim.
Onun omuz silktiğini görmekten çok hissettim; ışık huzmesi onun üzerinden ayrılmıştı ve hapishanemizin duvarını aydınlatmakla meşguldü, yavaş yavaş o soğuk karanlığın içine gömülüyorduk.
“Eğer bu seni rahatlatacaksa,” diye başladı donuk bir sesle, “senin benimle birlikte yakalanman gerektiğinden hâlâ biraz şüphe duyuyorum. Bu benimle Colum arasında olan bir mesele, sanırım halk geldiği sırada senin orada bulunman büyük bir şanssızlıktı. Colum’la olsaydın çok daha güvenli bir durumda olacaktın, öyle değil mi Saksonyalı? Belki de yanlış düşünüyorum.”
“Saksonyalı” şu an için aşağılayıcı bir tavırla kullanılmıştı ama ben bir anda beni bu şekilde çağıran adamı çok özlemiştim. Ellerimi bedenime sardım, kendime sarılarak içine düşmüş olduğum dehşeti azaltmaya çabalıyordum.
“Evime neden geldin?” diye sordu Geilie merakla.
“Senin bana haber göndermiş olduğunu düşünüyordum. Kaledeki kızlardan biri bana senden bir mesaj getirdiğini söyledi.”
“Ah,” dedi düşünceli bir tavırla. “Laoghaire’di değil mi?”
Sırtımı toprak duvara iyice yasladım, çamur ve kokan yüzeyden iğreniyor olmam şu an hiç önemli değildi. Bu hareketimi hisseden Geilie iyice bana yanaştı. Dost ya da düşman fark etmez, şu an birbirimizi ısıtabilmek için tek şansımız yine birbirimizdik, zorunlu olarak birbirimize sokulduk.
“Onun Laoghaire olduğunu nereden bildin?” diye sordum titreyerek.
“Yatağına uğursuzluk büyüsünü bırakan oydu,” diye cevapladı Geilie. “Sana o kızıl saçlı delikanlıyla ilgilenen bir sürü kişi olduğunu söylemiştim. Sanırım sen ortalıktan yok olursan onunla yeni bir şansı olabileceğini düşündü.”
Kendimi aptal gibi hissetmeye başlamıştım.
“Ama böyle bir şansı olamaz ki!”
Geilie’nin kahkahası soğuk ve susuzluktan dolayı çok kaba çıkmıştı ama hâlâ gülebiliyordu.
“Delikanlının sana nasıl baktığını gören herkes aslında bunu fark eder. Ama onun bunları fark edebilecek kadar çok yaşadığını hiç sanmıyorum. Bir adamla birkaç kez yatsın ondan sonra fark edecektir ama şu an için bu imkânsız.”
“Benim bahsettiğim şey bu değil!” diye patladım. “Kızın istediği kişi Jamie değil ki, o Dougal
MacKenzie’nin çocuğunu taşıyor.”
“Ne!?” Gerçekten şok olmuştu, parmakları kolumu deliyordu. “Bu kanıya nerden kapıldın?”
Ona Laoghaire’i Colum’un çalışma odasının kapısında gördüğüm günü anlattım, bunun sonunda öyle olduğunu düşünmüştüm.
Geilie genzinden gelen garip bir ses çıkardı.
“O Colum’la Dougal’ın benim hakkımda söylediklerini duymuş. Colum’un onun büyü yaptırmak için bana geldiğini bildiğini düşündü. Sırf bu sebeple kan çıkana kadar kırbaçlatırdı onu. Böyle şeylerin yapılmasından hiç hoşlanmaz.”
“Ona o büyüyü sen mi vermiştin?” Bu beni şaşırtmıştı.
Geilie akıllıca kendini bundan sıyırmaya çalıştı.
“Onu ona vermedim, sattım.”
Karanlığın içinde ona bakıp göz göze gelmeye çalıştım.
“Arada bir fark var mı?”
“Elbette var,” dedi sabırsızlıkla. “Bu iş. Müşterilerime asla sırlarımı vermem. Bana onu kime karşı yaptırdığını söylememişti. Ayrıca hatırlarsan seni bu konuda uyarmaya çalışmıştım.”
“Teşekkür ederim,” dedim, alay etmeye başlamıştım artık. “Ama...” Kafam karmakarışık olmuştu, düşüncelerimi söylemeden önce düzgün bir sıraya koymam gerekiyordu. “O büyüyü benim yatağıma koyduğuna göre gerçekten de istediği Jamie idi. Bu da beni senin evine gönderiş sebebini açıklar.
Ama Dougal ne olacak?”
Geilie bir süre tereddüt ettikten sonra konuşmaya karar verdi.
“Sen ne kadar Dougal’dan hamile olabilirsen, kız da o kadar olabilir.”
“Bundan nasıl bu kadar emin olabilirsin ki?”
Karanlıkta el yordamıyla elimi aradı. Bulup karnının üzerine koydu.
“Çünkü o benim,” dedi kısaca.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yabancı
RomanceSene 1945. Eski bir savaş hemşiresi olan Claire Randall, evine dönmüştür. Tekrar bir araya geldiği eşiyle ikinci bir balayına çıkar. Salisbury Düzlüğü'nde bulunan tarihi taş çemberini ziyaret ederler. Bu taşlardan birine dokunan Claire birden kendin...