Son Sebep

11 2 0
                                    

Akşam yemeğine aç kurtlar gibi saldırdıktan sonra, geniş ve havadar yatak odasında kütük gibi hareketsiz bir şekilde uyuduk. Uyandığımızda güneş çoktan doğmuştu, hava bulutluydu. Evden gelen gürültülerden saatin oldukça geç olduğunu anlayabiliyordum, herkes mutlulukla işine koyulmuştu, ortalığa saçılan muhteşem kokular merdiven boşluğundan yukarı geliyordu.
Kahvaltıdan sonra erkekler dışarı çıkmak için hazırlandılar, kiracıları ziyaret edip çitleri ve yük arabalarını tamir edeceklerdi. Girişte ceketlerini giyerlerken Ian aynanın önünde duran Jenny’nin büyük sepetini gördü.
“Meyve bahçesinden elma toplamamı ister misin Jenny? Böylelikle o kadar uzun bir yolu yürümemiş olursun.”
“İyi fikir,” dedi Jamie, kardeşinin top haline gelmiş vücuduna bakarak. “Yolda yuvarlanmasını istemeyiz.”
“Ben seni şimdi olduğun yerde yuvarlarım, Jamie Fraser,” dedi Jenny sakin bir sesle, bir yandan da rahat giyebilmesi için Ian’ın ceketini tutuyordu. “Hayatınızda bir kere işe yarayın ve bu küçük adamı da yanınızda götürün. Bayan Crook çamaşırhanede, onun yanına bırakabilirsiniz.” Eteklerine yapışarak, ‘Kucak! Kucak!’ diye bağırıp duran Jamie’den kurtulmaya çalıştı.
Dayısı söz dinleyerek küçük yaramazı belinden tuttuğu gibi kaldırarak kapıdan çıkardı, baş aşağı duran oğlan zevkten çığlıklar atmaya başlamıştı. “Oh,” diye soluklandı Jenny mutlulukla, altın çerçeveli aynada kendini inceliyordu. Parmağını diliyle ıslatıp kaşlarını düzelttikten sonra elbisesinin boyun kısmında açık kalmış düğmeleri ilikledi. “Son düzeltmeleri eteklerine dolanıp bacağına tırmanan biri olmadan yapabilmek hoş bir duygu... Bazı günler değil yalnız kalmak, taciz edilmeden bir kelime etme fırsatı bile bulamıyorum.”
Yanakları hafifçe kızarmıştı, siyah saçları mavi elbisesinin üzerinde pırıl pırıl parlıyordu. Ian ona gülümsedi, kahverengi gözleriyle karısının güzel görüntüsüne sıcacık bakışlarla baktı.
“Bugün Claire’le konuşmak için vakte ihtiyacın olacak sanırım,” dedi.
“Şu ana kadar büyük bir kibarlıkla bizi dinledi, Jenny lütfen ona şiirlerini okumaya kalkışma. Bunu yaparsan Jamie ve ben ona yetişemeden ilk arabaya binip Londra’ya kaçar.”
Jenny parmaklarını hafifçe onun burnuna vurup onunla dalga geçti.
“Sen hiç canını sıkma hayatım. Londra’ya gidecek ilk araba önümüzdeki nisanda yola çıkacak. O zamana kadar bize çoktan alışmış olur. Haydi, artık git, Jamie dışarıda seni bekliyor.”
Erkekler dışarıda işlerini hallederlerken biz Jenny ile oturma odasında oturduk. O dikiş dikti, ben de iplikleri sarıp renklerine göre ayırdım.
Karşıdan bakıldığında dostça sohbet eder gibi görünüyorduk, aslında ikimiz de son derece dikkatli cümleler kurup yan gözle birbirimizi süzmekle meşguldük. Jamie’nin ablası, Jamie’nin karısı... Jamie aslında düşüncelerimizin dile getirilmeyen ortak noktasıydı.
Çocukluklarında paylaştıkları şeyler onların arasında mükemmel bir bağ oluşturmuştu, bu güçlü bağ zamanla ince bir ipliğe dönüşmüştü. Jamie’nin yokluğu, içte biriktirilen şüpheler ve ardından gelen evlilik, bu bağı biraz yıpratmıştı. Ian’la olan bağı ise oldukça uzun bir zamandan beri ince ince örülmüştü, bense her şeye daha çok yeni dâhil olmuştum.
Sohbetimiz çok gündelik şeylerden bahsediyormuşuz gibi görünebilirdi ama her bir cümlenin söylenmeyen satır araları vardı.
“Anneniz öldüğünden beri eve sen mi bakıyorsun?”
“Ah, evet. On yaşımdan beri.”
Onu küçük yaşından beri ben besleyip büyüttüm. Benim bunca emek verdiğim bu adama sen iyi bakabilecek misin?
“Jamie senin iyi bir doktor olduğunu söyledi.”
“İlk karşılaşmamızda onun omzunu yerine takmıştım.”
Evet, bunu yapabilecek güçteyim ve son derece düşünceliyim. Ona iyi bakacağım.
“Çok kısa bir sürede evlenmişsiniz.”
Ağabeyimle parası ve arazileri için mi evlendin?
“Evet, öyle oldu. Tören anına kadar onun soyadını bile bilmiyordum.”
Onun bu bölgenin reisi olduğundan haberim yoktu; onunla sadece o olduğu için evlendim.
Sabahı bu şekilde geçirdik, hafif bir öğle yemeğinden sonra akşamüzerine doğru daha değişik şeylerden konuşmaya başladık. Biraz dedikodu yaptık, birbirimizi ölçerek ihtiyatlı şakalar yaparken fikir alışverişinde bulunduk. On yaşından beri böyle büyük bir evi çekip çeviren, kardeşinin yok olup, babasının ölmesinden sonra bölgeyle de ilgilenmeye başlayan bu kadını hafife almak büyük aptallık olurdu. Onun benim hakkımda ne düşündüğünü çok merak ediyordum ama o da kardeşi gibi düşüncelerini gizlemekte çok başarılıydı.
Şömine rafının üzerindeki saat beşi vurunca Jenny esneyerek gerindi, elinde onarmakta olduğu giysi, karnının üzerinden kayarak yere düştü.
Beceriksiz ve hantal hareketlerle onu almaya uğraşırken ben de yere diz çöktüm.
“Sen bırak, ben alırım.”
“Teşekkür ederim... Claire.” Adımı ilk kez kullanmıştı, yüzünde utangaç bir gülümseme vardı. Ben de ona gülümsedim.
Sohbetimize kaldığımız yerden devam etme niyetimiz evin kâhyası Bayan Crook’un odanın kapısından uzun burnunu uzatarak endişeli bir tavırla küçük Jamie’yi görüp görmediğimizi sormasıyla birlikte son buldu.
Jenny içini çekerek dikişini bir kenara bıraktı.
“Yine mi ortalıkta yok? Üzülme Lizzie, babası ya da dayısıyla birliktedir. Gidip bakalım mı Claire? Akşam yemeğinden önce temiz hava solumak bana da iyi gelecek.”
Zorlukla ayağa kalkıp elini karnının üzerine koydu. İnleyerek acı acı güldü.
“Daha üç hafta var ama artık dayanamıyorum.”
Yavaş yavaş yürüyerek dışarı çıktık, Jenny bana damıtımhaneyi ve şapeli göstererek yapılış hikâyelerini anlattı. Farklı tarihlerde inşa edilmişlerdi.
Güvercinliğe doğru ilerlerken çardaktan gelen sesleri duyduk.
“Küçük yaramaz işte orada!” diye söylendi Jenny. “Ben şimdi ona haddini bildiririm!”
“Bekle bir dakika,” diyerek elimi koluna koydum, oğlanın sesinin arkasından tanıdık boğuk bir ses daha geliyordu.
“Sıkma canını evlat,” dedi Jamie’nin sesi. “Öğreneceksin. Biraz zor, bunu kabul ediyorum. Senin horoz alt düğmenden henüz yeteri kadar uzaklaşmıyor.”
Köşeden başımı uzatınca, onun bir kütüğün üzerinde oturup küçük Jamie’nin bol gömleğinin kenarlarıyla savaşmakta olduğunu gördüm.
“Çocuğa ne yapıyorsun?” diye sordum.
“Genç Jamie’ye ayaklarını ıslatmadan işeme sanatını öğretiyorum. Dayısı olarak en azından bunu yapabileceğimi düşündüm.”
Tek kaşımı kaldırarak, “boş konuşmak çok kolay... Bence dayısı ona bunun nasıl yapılabileceğini göstererek anlatmalı,” dedim.
Jamie sırıttı. “Ona birkaç gösteri yaptım. Sonuncusunda küçük bir kaza oldu.” Yeğeniyle birbirlerine suçlayan bakışlarla baktılar. “Hiç bana bakma,” dedi yeğenine. “Hepsi senin suçun, sana kıpırdamaman gerektiğini söylemiştim.”
“Öhhöö,” dedi Jenny kardeşine ve oğluna bakarak. Küçük Jamie gömleğinin eteklerini kafasına çekti, büyük olanı ise arsızca, neşeli neşeli sırıttı. Yerinden kalkarak üzerindeki kirleri temizledikten sonra yeğeninin başını tutup eve doğru çevirdi.
“Her şeyin bir zamanı vardır ve bu zamanı beklemek gerekir.” Yeteri kadar çalıştık, şimdi gidip yıkanacağız Jamie ve sonra –Tanrı’ya şükür - yemek zamanı gelecek.”
***
Ertesi gün Jamie yapılması gereken acil işlerini bitirdikten sonra akşamüzeri bana vakit ayırıp evi gezdirmeye başladı. Bina 1702 yılında yapılmıştı ve yapıldığı dönem düşünülürse oldukça modern bir yapıydı, ısınma problemi çini sobalarla çözülmüş, mutfağa kocaman tuğla bir fırın inşa edilmişti, böylelikle ekmeği küllü şöminede pişirmek zorunluluğu ortadan kalkmıştı. Zemin kattaki giriş, merdiven boşluğu ve salonun duvarları resimlerle donatılmıştı. Yer yer pastoral manzara ve hayvan resimleri de vardı, ama tabloların çoğunluğunu aile resimleri oluşturuyordu.
Jenny’nin genç kızken yapılmış bir resminin önünde durdum. Bahçe duvarının üzerine oturmuştu, arkasında kızıl yapraklı bir asma vardı. Önünde kalan duvarın diğer bölümünün üzerinde bir kuş ordusu vardı; serçeler, bir ardıç, bir tarlakuşu, bir sülün, gülen sahibelerinin etrafına neşe içinde toplanmışlardı. Bu diğer ciddi aile fertleri ve akraba resimlerinden oldukça farklı bir resimdi. Diğer resimlerin hepsinde poz verenler boyunları oldukça yüksek giysiler içinde boğulurmuş gibi görünüyorlardı.
“Onu annem yapmıştı,” dedi Jamie hangi resme baktığımı görünce. “Merdiven boşluğunda da yapmış olduğu resimlerden birkaç tanesi asılı, burada yalnızca bu ikisi var. O en çok bunu severdi.” Parmağını tuvaldeki asma yapraklarının üzerinde gezdirdi. “Bunlar Jenny’nin evcilleştirdiği kuşlarıydı. Bacağı sakatlanmış ya da kanadı kırılmış bir kuş bulan ona getirirdi, o, günler boyu bu kuşları elleriyle besleyip iyileştirirdi. Şuradaki bana hep Ian’ı hatırlatır.” Parmağını, dengesini koruyabilmek için kanatlarını açmış sahibesini hayranlıkla seyreden sülünün üzerine koydu.
“Çok kötüsün Jamie,” diyerek bir kahkaha attım. “Senin resmin yok mu?”
“Evet, var.” Beni karşı duvarda, pencerenin yanında duran resme götürdü.
Bu resimde ekoselere bürünmüş iki kızıl kafalı oğlan, kocaman bir geyik avcısı köpeğin önünde oturuyorlardı. Bu Bran’in dedesi Nairn olmalıydı. Jamie on bir yaşında çiçek hastalığından ölmüş ağabeyi Willie’nin dizinde oturmuş, bir elini de köpeğin başına koymuştu. Bu resim yapıldığında herhalde iki yaşlarındaydı.
Jamie, Leoch’un dışına yaptığımız yolculuk sırasında bir gece ateşin önünde otururken bana Willie’yi anlatmıştı. Bana torbasından kiraz ağacına oyulmuş küçük yılanı çıkarıp gösterdiğini de hatırlamıştım.
“Willie onu bana beşinci yaş günümde vermişti,” deyip onu sevgiyle okşamıştı. Bu komik görünümlü bir yılandı, çok artistik kıvrımları ve omuzları vardı.
Jamie bu küçük objeyi bana vermiş, baktıktan sonra geri verirken merakla sormuştum.
“Altında bir şeyler yazıyor, nedir o? S-a-w-n-y. Sawny mi?”
“O benim,” dedi başını utançla yere eğerken. “Köpek adı gibi, benim diğer adımın kısaltılmış hali, yani Alexander’ın. Willie beni öyle çağırırdı.”
Resimdeki yüzler birbirine çok benziyordu. Bütün Fraser çocuklarının son derece samimi ve canayakın suratları vardı. Jamie’nin yanakları tombul ve kırmızıydı, burnu ise hâlâ bebek burnuydu, ağabeyinin ise yüz hatları oturmaya başlamış ve ileride yakışıklı bir delikanlı olacağını müjdelemeye başlamıştı ama bu müjde maalesef gerçekleşememişti.
“Onu çok mu severdin?” diye sordum elimi kolunun üzerine koyarak. Şöminedeki alevlere bakarak başını salladı.
“Evet,” dedi belli belirsiz bir hayale gülümser gibi. “Benden beş yaş büyüktü ve onun bir tanrı olduğunu zannederdim. Hep onu izlerdim, en azından izlememe izin verdiği sürece bunu yapardım, peşinden ayrılmazdım.”
Arkasını dönüp kitap raflarına ilerledi. Onu biraz yalnız bırakmak amacıyla bir süre daha orada durup pencereden dışarı baktım.
Evin bu cephesinden bakınca yağmurun arasından uzaktaki kayalıkların orada bulunan yeşil tepeyi görebiliyordum. Bana içine adım attıktan sonra bir tavşan deliğinden çıktığım perili tepeyi hatırlatmıştı. Sadece altı ay olmuştu, oysaki bana çok daha uzun bir zaman geçmiş gibi geliyordu.
Jamie gelip yanımda durdu. Dalgın dalgın yağmuru seyrederken, “Bir sebep daha vardı,” dedi. “Esas sebep buydu.”
“Sebep mi?” dedim aptal aptal.
“Seninle evlenmem için.”
“Neymiş o?” Sanırım bunu hiç beklemiyordum, ailesi hakkında bir şeyler anlatacağını düşünüyordum. Bu sözleri benim için bir şok olmuştu.
“Seni çok istedim.” Pencereden bakmayı bırakıp bana döndü. “Seni hayatımda istediğim her şeyden daha çok istedim,” diye ekledi yavaşça.
Ona aynı aptallıkla bakmaya devam ettim. Sanırım söylemesini beklediğim şey bu değildi. Benim ağzım açık ona baktığımı görünce anlatmaya devam etti. “Babama karşımdaki kadının doğru kadın olup olmadığını nasıl anlayacağımı sormuştum, o da zamanı gelince bunu hemen anlayacağımı söylemişti. Ve anladım. Leoch’a giderken, gecenin karanlığında o ağacın altında sen göğsümün üzerinde otururken uyandığım anda anladım. Sen o sırada bana küfür ediyordun. Kendi kendime ‘Jamie Fraser yüzünün neye benzediğini görmüyorsun ama bir at kadar ağır, işte o kadın bu kadın’ dedim.”
Üzerine yürümeye başlayınca geri kaçıp süratle konuşmasına devam etti. “Kendime ‘seni şu son birkaç saatte iki kez iyileştirdi, MacKenzielerin arasında yaşamaya karar verdiysen yaralarını sarıp kemiklerini yerine oturtacak bir kadınla evlenmen en doğrusu olacaktır’ dedim. Ve yine kendime ‘boynunu tutarken bu kadar etkileniyorsan daha aşağılara dokunduğunda neler hissedersin acaba?’diye sordum.”
İskemlenin etrafından dolandı. “Elbette son dört ayımı hiç kadın görmeden bir manastırda geçirmiş olmamın da katkısı büyüktü, seninle karanlıkta birlikte yol alıyorduk.” Derin bir iç geçirerek rolünü sergilemeye devam etti, onu kolundan yakalamak için uzattığım elimden kurtulmayı başarmıştı. “Bacaklarımın arasındaki kocaman popo çok şekerdi.” Sol kulağına inen darbeden son anda sıyrılmayı başarıp aramıza masayı aldı. “Ve göğsüme dayanmış o taş gibi sert kafaya bakarak kendime dedim ki...”
Artık kahkahalarını tutamıyordu ve cümlelerinin arasında nefes alabilmek için durmak zorunda kalıyordu. “Jamie... Bu Saksonyalı bir kadın... Dili de engerek gibi... Poposu desen yıkılıyor... Yüzü koyuna benzese ne çıkar?”
Adeta üzerine uçtum ve dizlerimi karnına geçirdim, o yere devrilirken bütün ev sallandı.
“Bana mantık evliliği yaptığını mı söylemeye çalışıyorsun? İşin içinde aşk yok mu?” diye sordum. Kaşlarını kaldırdı, nefes almaya çalışıyordu.
“Ben biraz önce... Öyle demedim mi?”
Bir koluyla omuzlarımdan yakaladı, diğer elini eteğimin altına sokup biraz önce kendince övgüler yağdırdığı bölgeme acımasızca çimdik atmaya başladı.
Bu sırada içeri nakış sepetini almak üzere geri dönen Jenny gülerek kardeşini seyretmeye başladı. “Sen ne yapıyorsun bakayım Jamie?” dedi bir kaşını kaldırarak.
“Karımla sevişiyorum,” diye cevap vermeye çalıştı Jamie, bir yandan kıkırdıyor bir yandan da benimle tepişmeye devam ediyordu.
“Bu iş için daha uygun bir yer bulabilirsin bence,” derken diğer kaşını da kaldırdı. “Yerdeki kıymıklar kıçına batacak.”

Lallybroch son derece huzurlu bir yerdi ama bir o kadar da kalabalık ve işlekti. Herkes sabahın köründe hızla işinin başına gidiyor, çiftlikte işler başlıyor, gün batımına kadar devam ediyor, sonra her şey yavaş yavaş duruyor, hava kararınca yemek yeniyor ve herkes ertesi sabah yeniden hayata başlamak üzere yatağına çekiliyordu.
İşlerin yolunda gidebilmesi için buradaki her kadının, her adamın ve her çocuğun yapması gereken bir iş vardı. Burası son birkaç yıldır efendileri olmadan ayakta durmayı nasıl başarmıştı, şu an Jamie ve ben de bilfiil çalışıyorduk. Artık İskoçların tembellik hakkında yaptıkları ağır eleştirilerin ne anlama geldiğini biliyordum. Eskiden bana sadece ilginç gelen bu sözleri şimdi kavramıştım. Tembellik sadece bir ahlaki çöküş göstergesi değil, doğanın dengesine de karşı gelmekti.
Çalınan küçük anlar da vardı. Bunlar her şeyin durur gibi göründüğü kısacık zaman birimleriydi, işte bu varlığın mükemmel dengesiydi, aydınlıkla karanlık gibi. Bunlardan hiçbiri sizi sürekli olarak hükmü altına almıyordu.
Buraya gelişimizin üçüncü ya da dördüncü gününde bu boş anlardan birinin tadını çıkarıyordum. Evin arkasındaki çitin üzerine oturmuş, günün son ışıklarının parıltısında uçurumdan bu yana uzanan kızıl tarlaları, geçidin yanındaki ağaçları seyrediyordum. Her şey aynı uzaklıkta gibi duruyordu, gölgeleriyle asılları karışıyordu.
Hava serindi, yakında gelecek donu müjdeler gibiydi, biraz sonra içeri girmem gerekecekti, bunu hiç istemiyordum çünkü manzara çok güzeldi. Jamie arkamdan yaklaşıp omuzlarıma pelerinimi yerleştirince irkildim, onu duymamıştım. Üzerim örtülene kadar üşümüş olduğumun da doğru düzgün farkına varamamıştım.
Jamie pelerinle birlikte kollarını da bana doladı. Hemen ona sığındım, hafifçe titriyordum.
“Titremen evden bile belli oluyordu,” dedi ellerimi ellerinin içine alırken. “Dikkatli olmazsan üşüteceksin.”
“Ya sana ne demeli?” Ona dönüp baktım. Hava çok soğuktu ve onun üzerinde hâlâ sadece gömleği ve eteği vardı. Biraz da burnunun ucu kızarmıştı.
“Ben buna alışığım. İskoçlar sizin gibi mavi kanlı İngilizlerden çok daha sıcakkanlıdır.” Gülerek çenemden tuttu ve burnumun ucunu öptü. Onu kulaklarından yakalayıp kendime çektim.
Vücut ısılarımızı dengelememiz oldukça uzun sürdü, sıcak kan damarlarımda dolaşmaya başlayınca çitin üzerinde dengemi koruyarak arkaya yaslandım. Rüzgâr arkamdan esiyordu, saçlarım yüzüme doğru dalgalanmaya başlamıştı. O saçlarımı omuzlarımın arkasına itip buklelerimi parmaklarıyla düzeltirken günün son ışıkları saçlarımda yansımaya başlamıştı.
“Işık arkandan böyle gelirken saçlarının üzerinde hale varmış gibi oluyor,” dedi hafifçe. “Altından taç takmış bir melek gibisin.”
“Ve sen,” dedim elimi onun kehribar renkli kirli sakallı çenesinde gezdirerek. “Neden daha önce söylemedin?”
Neyi sorduğumu anlamıştı. Gülümsedi, yüzünün bir kısmı parlarken diğer yanı hiç görünmüyordu.
“Senin benimle evlenmek istemediğini biliyordum. Sana bunu söyleyerek sırtına bir yük yüklemek istemedim ayrıca aptal âşık gibi de görünmek istemiyordum. Yeminini içtenlikle etmediğin ve ilk fırsatta bozacağın her halinden belliydi.” Hafifçe sırıtarak benim itirazlarımı engelledi. “En azından ilki öyleydi. Benim de gururum var be kadın.”
Ona uzandım ve onu iyice kendime doğru çektim, bacaklarımın arasına yerleşmişti. Onun bana değen vücudunun soğukluğunu hissedince bacaklarımı dolayıp pelerinimin uçlarıyla onu sardım. O da kollarını bana doladı ve yanağımı patiska gömleğine yapıştırdı.
“Aşkım,” diye fısıldadı. “Ah, aşkım seni çok istiyorum.”
“İkisi aynı şey değil,” dedim. “Sevmekle istemekten bahsediyorum.”
Boğuk bir sesle güldü. “Benim için ikisi birbirine çok yakın Saksonyalı.” Onun isteğinin gücünü, sertliğini ve aciliyetini hissetmeye başlamıştım. Hızla bir adım geri attı ve eğilerek beni çitten kaldırdı.
“Nereye gidiyoruz?” Evden uzaklaşıyorduk, ilerdeki karaağaç kümesine gidiyorduk. “Bir samanlık bulmaya...”

Yabancı Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin