Ödeme Günü

7 2 0
                                    

Kapı hafifçe vuruldu, Jenny elinde mavi bir giysi ve şapkayla odaya girdi.
“Gömlek olmuş. Sana en iyi ceketini getirdim, o zamandan bu yana omuzların biraz genişlemiş.” Ona bakarak başını bir yana eğdi. “Bugün iyi bir iş çıkarmış olduğunu söyleyebilirim, en azından boynuna kadar. Şuraya otur da saçlarını halledeyim.” Camın önündeki tabureyi gösterdi.
“Saçım mı? Saçımın nesi varmış?” Jamie elini başına götürüp inceledi. Omuzlarına kadar uzamış saçlarını yüzüne gelmemesi için genellikle bir deriyle arkadan topluyordu.
Konuşarak kaybedecek vakti olmayan Jenny onu tabureye itti, saçını bağladığı deriyi gevşetip kaplumbağa kabuğundan yapılmış fırçalardan biriyle hızla taramaya başladı.
“Saçının nesi varmış?” diye kendi kendine konuşuyordu bu arada. “Bir bakalım, bir sürü sırça otu var, bu birincisi.” Kafasından kahverengi bir otu dikkatle çıkarıp masanın üzerine koydu. “Bir adet meşe yaprağı... Dün neredeydiniz siz? Domuzlar gibi ağaçların altında mı çiftleşiyordunuz? Saçların iyice karışmış.” “Ah!”
“Rahat dur, Roy.” Kaşlarını çatarak eline tarağı aldı ve saçındaki yumakları açmaya başladı. Saçları pencereden gelen güneş ışığının altında, kızıl, kahve ve tarçın tonlarında parlamaya başlamıştı. Jenny iki elini yana açmış başını sallayıp duruyordu.
“Tanrı böylesine güzel saçları neden bir erkeğe verir hiç anlamam,” dedi. “Kızıl geyik derisi gibi pırıl pırıl.”
“Çok güzel, öyle değil mi?” dedim. “Bak tam tepesine güneş vuruyor, orada sarılar da var.” Daha sonra hayranlığımızı sunduğumuz zat bize kızmaya başladı.
“Eğer ikiniz birden durmazsanız kafamı kazıyacağım.” Elini usturanın üzerinde durduğu tuvalet masasına doğru uzattı. Jenny hamileliğinin ona verdiği hantallığa rağmen hızla uzanıp elindeki fırçayla onun bileğine vurdu. O bağırdıkça saçlarını çekti ve o yeniden bağırdı.
“Sessiz ol,” diye emretti Jenny. Saçını üç parçaya ayırdı. “Saçını adam gibi toplayacağım, senin kiracılarımızın arasına bir vahşi gibi inmeni istemiyorum.”
Jamie sessiz sessiz isyankâr bir şeyler mırıldanıyordu ama Jenny’nin özenli bakımı onu sakinleştirmişti. Saçını dikkatle kısaları içe alarak ördükten sonra ucunu bir iplikle sağlam bir şekilde bağladı. Cebinden mavi ipek bir kurdele çıkarıp onu da ipin üzerine bağladı ve fiyonk yaptı.
“İşte oldu!” dedi. “Hoş değil mi?” Onayımı almak için bana döndü ve ben de onu onaylamak zorunda kaldım. Düzgün toplanmış saçları kafasının şeklini ve yüzünü iyice ortaya çıkarmıştı. Beyaz gömleği ve gri pantolonuyla, temiz, düzenli, mükemmel görünen bir adam haline gelmişti.
“Özellikle de kurdelesi,” dedim gülmemi bastırmaya çalışarak. “Gözleriyle aynı renkte.”
Jamie gözlerinden alevler püskürterek kardeşine baktı.
“Olmaz,” dedi kısaca. “Kurdeleyi çıkar. Burası Fransa ya da Kral Geordie’nin sarayı değil! Rengi umurumda bile değil Janet, kurdele yok!”
“Tamam, seni pis yaygaracı, çıkardım.” Kurdeleyi çıkarıp geri çekildi.
“Evet, hazırsın,” dedi mutlulukla. Delici mavi gözler bana dönmüştü.
“Hımm,” diyerek ayağını yere vurmaya başladı.
Buraya vardığımda üzerimde sadece paçavralar vardı, o yüzden de bana acilen kıyafet hazırlanması gerekmişti; biri gündelik bir elbiseydi, diğeri ise böyle özel günler için ipekten dikilmişti. Ben yaraları dikmekte kumaşı dikmekten daha iyiydim, bu yüzden model ve dikiş işlerini Jenny ile Bayan Crook’a bırakıp kesme ve iğneleme işlerinde onlara yardımcı olmuştum.
Ortaya mükemmel bir iş çıkarmışlardı, çuhaçiçeği sarısı ipek elbise vücuduma tam oturmuştu, omzun üzerinden arkaya dökülen drapeler eteğinkilerle birleşiyordu. Korse takmaya kesinlikle karşı çıkmıştım, onlar da balina kemiği takviyeli bir korsaj dikmişlerdi, bunu da eski bir korseden sökmüşlerdi.
Jenny’nin gözleri yavaş yavaş başıma yöneldi ve orada bir süre durdu. Yeniden içini çekerek fırçayı eline aldı.
“Sen de,” dedi.
Jamie ile göz göze gelmemeye çalışarak kızarmış bir suratla Jenny’nin önüne oturdum. Benim saçımdan da meşe yapraklarını ve küçük çöpleri ayıkladı. Onları da kardeşinin kafasından çıkardıklarının yanına koydu.
Sonunda benim saçım da taranıp toplanmıştı, bu kez cebinden küçük dantel bir başlık çıkardı.
“İşte,” diyerek onu buklelerimin tepesine tutturdu. “Her şey tamam... Çok asil görünüyorsun
Claire.”
Bunun bir kompliman olduğunu tahmin ederek birkaç teşekkür sözcüğü mırıldandım.
“Hiç mücevherin yok mu?”
Başımı iki yana salladım. “Hayır. Korkarım yok. Tek mücevherim Jamie’nin bana evlenirken vermiş olduğu incilerdi ve onlar da...” Leoch’dan ayrılış şartlarımız altında aklıma son gelecek olan şey incilerdi.
“Ah!” diye bağırdı Jamie, aklına bir şey gelmişti. Tuvalet masasının üzerinde duran torbasına dalıp zafer çığlığıyla incileri çıkardı.
“Nereden buldun onları?” diye sordum şaşkınlıkla.
“Murtagh bu sabah getirdi,” diye cevap verdi. “Dava sırasında Leoch’a gidip, ihtiyacımızın olacağını düşündüğü şeyleri toparlamış. Bizi buraya gelen yolda aramış ama tabii biz önce tepeye gitmiştik...”
“Hâlâ burada mı?” diye sordum.
Jamie arkama geçmiş inciyi boynuma takıyordu.
“Evet, aşağıda mutfakta bulduğu her şeyi yiyip Bayan Crook’u çıldırtmakla meşgul.”
Şarkılarının dışında bu küçük adamın ağzından üç beş kelimenin çıktığını bile zor görmüştüm. Böyle bir adamın birini çıldırtabilmesinin nasıl olduğunu düşündüm. Belki de Lallybroch’da kendini evinde gibi hissediyor ve bunu yapıyordur diye düşündüm. “Murtagh kim? Yani sizlerle bağlantısı nedir?”
İkisi de şaşırmış görünüyordu.
“Ah, evet,” dedi Jenny. Jamie’ye dönerek, “O kimdi Jamie? Babamızın ikinci kuşak kuzeninin amcası mıydı?”
“Yeğeni,” diye düzeltti Jamie. “Hatırlamıyor musun? Yaşlı Leo’nun iki oğlu vardı ve onlar...”
Daha fazla duymak istemediğimi belirtmek için ellerimi kulaklarımın üzerine koydum. Bu hareketim Jenny’ye bir şey hatırlatmış olmalıydı, ellerini çırpmaya başladı.
“Küpeler!” diye bağırdı. “Sanırım bu kolyeye uyacak inci küpelerim var! Hemen getiriyorum!” Işık hızıyla gözden kayboldu.
“Ablan sana neden Roy diyor?” diye sordum merakla, aynanın karşısında atkısını bağlamaya uğraşıyordu. Boyunbağını bağlamaya çalışan tüm erkeklerin yaptığı gibi ölümcül bir düşmanla savaşıyor ifadesi takınmıştı, yine de bana sırıttı.
“Bu İngilizcede isim olan Roy değil. İskoççada kızıl tüyleri olan bir hayvana verilen addır. ‘Ruadh’ kelimesinden türemiştir ve kırmızı anlamına gelir. Ben anlayana kadar kelimeyi birkaç kez tekrar etmek zorunda kaldı.
“Ben hâlâ Roy olarak duyuyorum,” dedim başımı sallayarak.
Jamie torbasını alıp incileri bulurken içinden boşaltmış olduğu şeyleri geri koydu. Bir miktar misina bulunca torbasını yatağın üzerine boşalttı ve yığını karıştırmaya başladı. Özenle misinayı sardı, balık kancalarını bulup onları hep durdukları mantarın üzerine geçirdi. Yatağın üzerine oturmuş çıkanları inceliyordum.
“Hayatımda bu kadar çok çöpü bir arada görmemiştim,” dedim. “Sen kesinlikle bir kargasın.”
“Bunlar çöp değil,” dedi gururla. “Bunların hepsini kullanıyorum.”
“Tamam, misina ve kancaları kullanıyorsun. Teli de tuzak kurmak için kullanıyorsun. Tabanca temizleme ve doldurma aletlerini de anlıyorum- artık taşıyorsun ve onlar da gerekli. Willie’nin sana vermiş olduğu küçük yılan da tamam. Ama ya bu taşlar? Bir salyangoz kabuğu, bir cam parçası, bir...” O ‘bir’in ne olduğunu görebilmek için eğilip bakmak zorunda kaldım.
“Bu da ne? Bu şey...değil mi? Tanrı aşkına Jamie torbanda kurumuş bir köstebek ayağının ne işi var?”
“Romatizma olmamak için tabii ki,” Onu burnumun ucunda salladıktan sonra porsuk derisinden yapılmış torbasına geri koydu.
“Ah, elbette,” diyerek onu ilgiyle izlemeye başladım. Yüzü utançla kızardı. “İşe yaramalı, hiçbir yerini gıcırdatma.” Kalan çöplüğün arasından küçük İncil’i çıkarıp parmağımla temizledim. O da o sırada geri kalan değerli eşyalarını istiflemeye devam etti.
“Alexander William Roderick MacGregor.” Kitabın ilk boş sayfasında yazan bu ismi yüksek sesle okudum. “Ona ödemen gereken bir borcun olduğunu söylemiştin Jamie. Bunun ne demek olduğunu açıklayabilir misin?”
“Ah, o mu?” Yatağa, yanıma oturdu, kitabı elimden alıp sayfalarını çevirdi.
“Sana bunun William Kalesinde ölen bir mahkûma ait olduğunu söylemiştim, öyle değil mi?” “Evet.”
“Onu ben de hiç görmedim. Ben oraya gitmeden bir ay önce ölmüştü. Bana bunu veren doktor sırtımla ilgilenirken ondan bahsetti. Sanırım birilerine bunu anlatma ihtiyacı vardı ve garnizonda konuşabilecek kimseyi bulamıyordu.” Kitabı kapattı, onu dizlerinin üzerine yerleştirip camdan dışarı baktı. Hoş bir Ekim güneşi vardı.
Alex MacGregor on sekiz yaş civarlarında olan genç bir delikanlıydı, sığır çalarken yakalanmıştı. Bu sessiz sakin oğlan cezasına razı olmuştu ve onu çekiyordu, bitince de salıverilecekti. Serbest kalmasından bir hafta önce asılmış bir şekilde bulunmuştu.
“Kendini asmış olduğundan hiçbir şüphem yok,” demişti doktor. Jamie kitabın deri kapağını okşadı, başparmağını onun üzerinde gezdirdi. “Tam olarak ne düşünmesi gerektiğini o da bilemiyordu. Ama bir hafta önce Randall’ın onu özel sohbete davet etmiş olduğundan haberi vardı.”
Yutkundum, güneşe rağmen bir anda her yanım buz kesmişti.
“Ve sen de düşündün ki...”
“Hayır! Düşünmedim, öyle olduğunu biliyorum, doktor da biliyordu. Ayrıca baş çavuşun da onun neden öldüğünü bildiğini hayal edebiliyorum.” Dizinin üzerinde duran ellerini açıp parmaklarını seyretmeye başladı. İri, güçlü, becerikli; bir çiftçinin, bir savaşçının elleri... Küçük İncil’i alıp torbasına koydu.
“Sana bunu daha önce de söyledim, mo duinne. Jack Randall’ın ölümü benim ellerimden olacak. Onu öldürünce bu İncil’i Alex MacGregor’un annesine göndereceğim ve oğlunun intikamının alınmış olduğunu söyleyeceğim.”
Odadaki gergin hava Jenny’nin yeniden ortaya çıkmasıyla dağıldı, mavi ipekler giymiş, başına dantel başlığını takmıştı ve elinde eski kırmızı maroken bir kutu vardı.
“Jamie, Curranlar, Willie Murray ve Jaffryler geldi. Aşağı inip ikinci kahvaltını onlarla birlikte yapsan çok iyi olur - taze ekmekleri, tuzlu balığı ve Bayan Crook’un reçelli keklerini masaya çıkardım.”
“Tamam, Claire hazır olduğunda aşağı inersin.” Hızla ayağa kalkmasına rağmen beni tutup öpecek zamanı buldu ve gözden kayboldu. Yatak odası katından aşağıya hızlı adımlara indikten sonra, zemin kata yaklaştıkça adımlarını yavaşlatıp bir reis ağırbaşlılığıyla aşağıya indi.
Jenny onun arkasından gülümsedikten sonra bana döndü. Kutuyu yatağın üzerine koyup kapağını açtı. Orada karmakarışık duran mücevherleri görünce çok şaşırdım. Bütün ev halkını titizliğiyle sıraya dizen, sabahtan akşama kadar ortalığı toplayan yorulmaz kadın Jenny Murray’in dağınık mücevher kutusu beni şaşırtmıştı.
Parlak yığını parmaklarıyla karıştırırken ne düşündüğümü anlamış gibi bana gülümsedi.
“Bir gün bunları düzeltmeyi düşünüyorum. Ben küçükken annem bazen kutusunu karıştırmama izin verirdi, tam bir hazine avı gibi olurdu. Elime biraz sonra alacağım şeyin ne olduğunu bilemezdim.
Bunları sıraya dizersem büyünün yok olacağını düşünüyorum, sence bu delilik mi?”
“Hayır,” dedim gülümseyerek. “Kesinlikle değil.”
Yavaş yavaş kutuyu karıştırmaya başladık, dört kuşaktır aile kadınlarının paylaşmış olduğu parçaları elimize aldık.
“Bu, büyükanne Fraser’ındı,” dedi Jenny gümüş bir broşu göstererek. Bu hilal şeklinde bir broştu, ucunda yıldız gibi parlayan bir elmas vardı.
“Bu da...” üzeri yakut ve pırlantalarla bezenmiş altın bir halka çıkardı, “benim evlilik yüzüğüm. Ian bunun için yarıyılın mahsul parasını ödedi, ona bunun aptallık olduğunu söyledim ama beni dinlemedi.” Yüzündeki ifadeyi görünce Ian’ın hiç de aptallık etmemiş olduğunu anladım. Yüzüğü elbisesine sürterek parlattıktan sonra yerine koymadan önce bir kez daha keyifle seyretti.
“Bebek doğunca çok mutlu olacağım,” dedi kocaman göbeğine hafifçe vurarak. “Sabahları parmaklarım o kadar şiş oluyor ki, değil yüzük takmak, dantelâlarımı bile yapamıyorum.”
Kutunun dibinde garip bir parıltı dikkatimi çekti ve onu gösterdim. “Bu nedir?”
“Onlar mı?” diyerek kutuya yeniden daldı. “Ben onları hiç takmadım, bana yakışmıyorlar ama sen takabilirsin. Sen annem gibi uzun boylusun ve kraliçelere benziyorsun. Bunlar onundu.”
Onlar diye bahsettiğimiz şey bir çift bilezikti. Fildişi renginde dairesel forma sokulmuş yaban domuzu dişleriydi, uçlarında üzerine çiçekler işlenmiş gümüş kapakçıklar vardı.
“Tanrım çok büyükler! Hayatımda hiç bu kadar güzel ve... Ve vahşi olan bir şey görmemiştim.”
Bu Jenny’nin çok hoşuna gitmişti. “Evet, gerçekten öyleler. Bunları biri anneme evlilik hediyesi olarak vermiş ama bunun kim olduğunu bize hiç söylemedi. Babam onun gizli bir hayranı olduğunu söyleyip dalga geçerdi ama ona bile söylemedi, sadece sevimli bir kedi gibi gülümserdi. Hadi, dene.”
Bilezik son derece serin ve ağırdı. Onun zamanla hafifçe sararmış yüzeyini okşamaktan kendimi alamadım.
“Evet, sana yakıştılar,” dedi Jenny. “Bu sarı elbisenle de çok uyumlular. Al şu küpeleri de tak, sonra da aşağı inelim.

Yabancı Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin