Seul, Güney Kore~
Nem kokusu.
Her zaman boğazımı yakan, cildimde kaşıntılara sebep olan nemli odada otururken sol elimin üzerindeki derim kaşımaktan soyulmaya başlamıştı. Bazen dalgınlıkla; bilerek ya da bilmeyerek kendime zarar veriyordum. Öyle anlardan birindeydim yine sanıyordum ki.
Oturduğum deri kahverengi koltuk eskiydi. Kenarındaki deri kalkmış, bazı kısımlarının rengi bozarmıştı ancak verdiği his hâlâ aynıydı.
Çocukkenki gibi.Elimin üzerindeki deriyi yolan sağ elimi uzaklaştırıp kızarmış alandan kaçırdım bakışlarımı. Gözlerim kitaplıktaki çocuk masallarına ve ansiklopedilere daldı. Kitaplık öylesine büyük ve doluydu ki içeri ilk girdiğimde yıkılmasından korkmuştum zira hafifçe yana eğilmişti zamanla.
Ayağa kalkıp ağır adımlarla pencere kenarındaki ahşap alana oturdum. Kendime çektiğim dizlerim beni sanki zorlukla taşıyorlardı.
Karnımdaki tuğla her zamankinden biraz daha ağırdı o sabah. Üzerimdeki kötü enerjinin bir etkisiydi bu muhtemelen. Belki de her şeye fazla kafa yormaktan vazgeçmeliydim. Yoruyordu.
Oturduğum yerden izlediğim kurumuş süs havuzun üzerindeki yaprak yığının arasından gözüken, yosunlara bulanmış ağaç baskısında gezdirdim bakışlarımı. İçimdeki dalların savrulduğunu hissettim. Yeller esti yüreğimin her bir köşesinde, üşüdüm.
Başımı diz kapaklarıma yaslayıp sesli bir nefes aldım. Burnum odadaki ağır nem kokusuna alışmamıştı henüz. Ne var ki o an ayağa kalkıp gitmek de gelmiyordu içimden.
Dudaklarım kurumuştu susuzluktan. Kaç saattir orada oturuyordum sahi?
Tuhaf biriydim ben. Hem kendimle hem geçmişimle derdim olmasına rağmen ne kendimden ne de geçmişimden kopamıyordum. Kendi kendine hapsolan tek ruh benimkiydi muhtemelen.Düşündüm. Neden buradaydım? Neden gizlice annemin odasını talan edip bulduğum anahtarla bu malum sabahta çıkıp gelmiştim onca yolu? Kendimle zorum vardı benim.
Bir pazar sabahıydı. Okulun bitmesine haftalar, yapacağımız festivale ise günler kalmıştı. O pazar sabahını diğerlerinden farklı yapan ise elimize avukat tarafından ulaşan mektupla babamı görmeye gitmemizdi. Sabahın oldukça erken bir saatinde dört oğlan bir arabaya doluşup hapishaneye geldiğimizde üzerimizi ararlarken kendime henüz gelebildiğimi sanmıyordum. Daha çok bu zorunlu ziyareti neye borçlu olabileceğimizi düşündüm delilerce. Avukatla konuştuktan sonraki bekleme süreci bu nedenle oldukça sancılıydı.
Gittik.
Tam da onun istediği gibi karşısındaki sandalyelerde oturup camın ardından bizde gezen gözlerine baktık her şey yolundaymış gibi. Bilmiyordu, daha doğrusu bilmeyecekti orada, onun karşısında oturmanın ne kadar can yakıcı ve yorucu olduğunu. Zaten o da bunu bilmek istemedi hiç. Sormadı kimsenin fikrini.
Saniyeler saatler gibi geldi bakışları üzerimde oyalanırken. Boğazımdaki yumru yutkunamayacağım bir hal aldığında odadaki oksijenin tükendiğini sandı ciğerlerim. Telefonu eline aldığında hemen solumda oturan abim yanındaki telefona uzanmadı bile. Sağ tarafımda Yukhei, onun yanında ise Zhennan oturuyordu. Bu sabah herkes her zamankinden daha sessizdi.
Bir şeyler söyledi eliyle telefonu işaret ederken. Abimse inatla telefona uzanmadı. Bekledik. Parmak uçlarım donmuş gibi hareket edemediğimden uzanıp alamadım telefonu. Yüreğimdeki sızının da etkisiyle sanki bedenimi terk etmişim gibi hissettim desem yalan olmazdı.
Damarlarımda gezen kan ağırlaştı. Bedenimse kaldıramadı bunu. En sonunda titreyen parmaklarımla telefona uzanıp sesi hoparlöre verdiğimde yalnızca nefes sesi duyuldu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
To Make You Feel My Love || MarkHyuck
Teen Fiction//MarkHyuck// ... Aynada karşıma geçmiş soğuk bir tebessümle geceyi olduğundan daha zifiri bir siyaha boyayan, rengi de hayatı gibi solmuş bu beden bana mı aitti? Ben miydim bunca zaman kendine işkence edip siyah bir yağmur bulutuna hapsolan? Benim...