Hızlanmaları gerekti. Artık mecbur şehre varıp rahatça uyumayı, güvende olmayı istiyorlardı. Bir an önce bu lanet ormandan kurtulmalı ve Demlidağ'a geçmeliydiler. Binekleri olsaydı, çoktan Yanbatu Tandoğan'a ulaşmışlardı. Ama acı dolu tabanlarıyla yürüyorlardı işte; güvelekleri, küfürükleri, horulhorulları, ürüleri, güzgeçleri, zevzekotlarını geçerek yürüyorlardı.
İlerledikçe bitkiler değişime uğruyordu. Özellikle içinde şekerli su barındıran, ince borulara benzeyen canlı yapraklarıyla akılsilen bayağı bir artmıştı. Söylenceye göre tadına bakanın geçici hafıza kaybı yaşamasına neden oluyordu, bu yüzden akıllıca bir isim takılmıştı kendisine. Bu bitkinin bir de akılçelen diye akrabası vardı. Zehirliydi, pek nadir görülüyordu ve kişinin intihar etmesini bile su içmek gibi normal bir eylemmiş gibi düşündürtüyordu.
Ne iyi ki böyle tehlikeler herkesçe bilinirdi. Ama malum grubu Güzey bu bitkilere ilgi duyduğu sırada Ediz bilgilendirmişti.
Ağaçların değiştiğini hiç fark etmemişlerdi. Tam araya kaynayan soğuk cindililer, ormanı iki türe bölmüştü. Çalılar, otlar, taşlar, buna tabi değildi tabii.
"Uykusuzluğumu şurada gidermeyi öyle çok istiyorum ki," dedi Sungur ayağı taşa takılıp tökezledikten sonra.
"Buna vaktimiz var mı sanıyorsun?" dedi Altay.
"Neden olmasın?"
"Gargavatlar toplanıyor. Bir savaş var ve kılıcı Demlidağ'a ulaştırmak zorundayız."
"Bunun farkındayım. Sorumluluğunuzu paylaşıyorum. Ama kılıcı hem güvenli hem de tehlikeli bir yere götürüyoruz. Bunu biraz düşünmeliyiz."
"Düşünecek bir şey yok. Orada ne olacağına karar verilir."
"Demek istediğim, uykumuzu alıp yola daha aklı başında insanlar olarak devam edebiliriz."
"Bizi de düşünüyor gibi görünüyorsun ama sözlerindeki bencilliği gayet iyi seziyorum, Sungur."
Öğle yemeğini yediler. Yiyecekleri ve suları epey azalmıştı. Biraz dinlenip toparlandılar ve yola düştüler.
İğne yaprakların, boz kabukların, açılmış kozalakların altında bile görülen işçi karıncalar burada fazlaydı, harıl harıl çalışıyorlardı ve kendilerine uzun bir hat oluşturmuşlardı. Balarıları da vardı ama tek tük geçip gidiyorlardı. Özellikle yazın çalışıp topladıklarını kışın diğer börtü böceklerle paylaşmak yerine heba eden çarçurböceği vardı ve civi cirrrrup civi cirrrrup diye ötüyordu. Değişik bir böcekti doğrusu.
Sungur arada esniyordu. Biraz uyuma konusunda yine diretmeye devam etti ama istediği cevabı kimse tarafından alamadı.
"Dün gece az daha enseleniyorduk," dedi Altay. "Gündüz, geceden daha tehlikelidir. En azından bizim için."
"Lanet olası meraklı Şakarak!" dedi Sungur.
"Şahraks," diye düzeltti Ediz.
"Az kalsın diğerlerini de üzerimize çekiyordu."
"Neyse ki Seli'nin dikkati bizi kurtardı."
"Evet, hayvanı da bizi tekrar ele verdi."
"Gerçekten sen hiçbir şeyden memnun olmaz mısın?" diye ciddi şekilde sordu Seli.
"Olurum tabii," dedi Sungur. "Mesela sağ salim Demlidağ'a gidip aynı şekilde Balahan'a dönersek neden olmayayım ki? Şu yavru ayıları okşamak da beni epey memnun eder doğrusu."
Hemen önlerinde, kendi hallerinde iki yavru boz ayı vardı. Bir tanesi karaçamın gövdesine bir metre kadar tırmanmış, aşağıdaki kardeşine bakıp duruyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
YABAN DİYAR [Tamamlandı]
FantasyYıl 543. Günya. Karatayranlar bir gece ansızın ortaya çıkıp Balahan köyünü yok etti. Gün doğduğunda ortada tek bir canlı bile yoktu. Altay, Ediz ve Sungur katliamdan kaçıp hayatta kalmayı başarmış ve Balahan'da yaşamını sürdürmüştür. Yıllar sonra ek...