Harp bitmişti. Zafer Taysan Kağan'ın ve cesur askerlerinindi. Yaralıları tedavi altına almaya ve ölüleri de gömme merasimlerine başlamışlardı bile. Ardından Gargavat leşlerinin topluca büyük çukurlara atılması vardı. Bu savaşa sonraları İkiz Ormanlar Savaşı denecekti.
Savaş tahmin edildiğinden daha kısa sürmüştü. Sayı üstünlüğü Gargavatlarda olmasına rağmen güç ve taktik olarak insanlar öndeydi. Gargavatların vahşi saldırısına karşı disiplinle karşı koymuşlardı ve savaş büyük bir azimden sonra zaferle sonuçlanmıştı. Ama düşmanın yenilgisi yine de savaşta ölen askerlerin acısını hafifletmiyordu. Kazanmışlardı ama birçok askeri de kaybetmişlerdi.
İhtiyar kesim ve savaşa katılamamış olanlar yardım için savaş alanına ve ikiz ormana gitmeye başlamıştı. En azından bu şekilde katkıda bulunmayı amaçlıyorlardı.
Taysan Karayan da Alakan'dan haberdardı. Savaştan sonra, olanları daha ayrıntılı öğrenmişti. Ama henüz kılıcın taşıyıcılarıyla konuşamamıştı. Önce Yediler'den Yanbatu Tandoğan ile görüşmesi gerekiyordu yorgun gençlerin.
Bizimkiler harpten büyük yaralar almadan kurtulmuştu. Ufak tefek sıyrıklarını sardıktan ve biraz dinlendikten sonra artık iyi durumdaydılar. Şimdi sarayda onlara ayrılan güzel bir misafir odasında bir aradaydılar.
Ediz unutmadan hizmetçilerden bir bardak kaynamış su istedi. Soğumadan gelen suyun içine biberiyeden bir tutam kurumuş yaprak ve sürgünlerden kattı, beş dakika kadar demlenmesini bekledi. Seli'nin bundan çekineceğini düşünüp onu sohbet etme bahanesiyle şehnişine çağırdı. Yine de kendiyle cebelleşen kızla açıkça konuşmayıp, "İç, iyi gelir!" dedi ve oradan ayrıldı.
"Bitti," dedi Altay gülümseyerek.
Ediz sırıttı, Altay biraz kıkırdadı, Seli de biraz toparlanmışçasına gülmeye başladı. Sonunda karşılıklı sevinçleri yükseldi ve dolu kahkahalar atılmaya başlandı. Güzey de katılıp "Caa, caa!" diyordu.
"Henüz sevinmek için erken gibi geliyor," dedi Sungur. O gülmüyor, uzanmış dinleniyordu.
Diğerleri sustu.
"Hadi, neşelenme vakti!" dedi Ediz. "Daha yurdumuzun şarkılarından söyleyeceğiz."
Sungur gözlerini açtı. "Bu bitişin dönüş için bir başlangıç olduğunu fark edemiyor musunuz?"
Seli çay bardağını kenara bıraktı. "İnsanın tadını kaçırmakta çok iyisin biliyor musun?"
"Savaşta ölenlerin acısı dururken sevinç haykırışları hoş değil ama biraz mutluluğu hak ettik bence," dedi Altay.
Kısa bir süre daha oturup sohbet ettiler. Geçmişten, gelecekten, şu anki zamandan konuştular.
Çok geçmeden Barlas geldi. "Neşeniz bol olsun! Biraz dinlenebildiniz mi?"
"Evet," dedi Altay.
"Hadi öyleyse. Sizi bekliyor."
Bizimkiler kalktı. Barlas, genç yolcuları aldı ve Yanbatu Tandoğan'ın kaldığı odaya doğru yürümeye koyuldular.
Sona doğru.
Savaşın gerginliğini üzerilerinden hâlâ atamamışlardı. Kanların, çığlıkların, kılıç ve balta seslerinin birbirine karıştığı savaş alanından birkaç saat önce çıkmışlardı. Belki savaşçı olduğu için Barlas buna alışıktı ama bu körpeler değil. Birkaç haftadır deli olayların içindeydiler sadece. Nereden nereye!
"Geldik," dedi Barlas. "İşte burası!" Dört arkadaşı ahşap bir kapının önüne getirmişti.
"Nasıl biriyle karşılaşacağımızı çok merak ediyorum," dedi Seli, Güzey'i omzundan kucağına alırken. Kuşdili çayı iyi gelmiş gibiydi.
"Kılıcı verip buradan gideceğiz," dedi Altay. "Fazla heyecan yapmaya gerek yok aslında. Belki lazım gelen birkaç soru da sorarız. İsteyen merakını giderebilir."
"Tüm bu koşturma çok yorucuydu," dedi Sungur. "Bir macerayı daha kaldıramam. Tarlama döneceğim."
"Bunu duymak güzel," dedi Ediz. "Fazladan mesai yapmamız gerektiğini de unutma!"
"Bundan sonrası siz genç efendiler ve Üstat Yanbatu arasında," dedi Barlas.
"Sen neden gelmiyorsun?" diye sordu Altay. "Çok kalacağımızı zannetmiyorum."
"Yine de ben gidip savaş bilançosuna baksam iyi olur. Aslına bakarsanız birkaç işim daha var. Tekrar görüşeceğiz ne de olsa."
Savaşa katılmayıp da kendilerini bu odada, bu kapalı kapının ardında bekleyen gizemli adamın var olup görünmeyişi farklı algılar oluşturdu kafalarında. Belki de aşırı yaşlıydı ve yerinden kalkacak mecali bile yoktu.
Heyecanlıydılar ama savaştakinden daha yüksek değil. Neden heyecana kapıldıklarını bilmiyorlardı aslında, belki de nasıl biriyle karşılaşacaklarını düşündüklerindendi, o kişiye ait olan bir şey vardı kendilerinde.
Yine de bu şekilde kendi başlarına içeri girip onun karşısına geçmeyi çok tuhaf buluyorlardı. Birinin bu ziyarete eşlik etmesi iyi olurdu; bir hizmetçi ya da bir asker. Barlas neden gelmiyordu ki? Dönüp baktılarsa da kara savaşçı çoktan kaybolmuştu.
Altay öndeydi. Derin bir nefes verip kapıya iki kere vurdu. Kısa süre bekledi, içeriden ses gelmeyince saygıyı bir kenara bırakıp merakla kapıyı açtı.
Oda sade bir görünüme sahipti. Sağ tarafta duvara dayalı ahşap bir çalışma masası vardı. Üzerinde ciltli kitaplar, boş kâğıtlar, mürekkep kutuları ve tüylü kalemler duruyordu. Arkasındaki geniş duvar ise boydan boya, tıka basa dolu kitaplıktan ibaretti. Sol tarafta zeytunî koltuklar yer bulmuştu. Yanbatu Tandoğan ise tam karşıda, pencereye dönmüş, ayakta duruyordu. Dizinin biraz aşağısında biten lacivert üzerine altın sarısı desenlerle süslü kemhadan bir entari giyiyordu. Beline altunî bir kuşak bağlamıştı ve altında koyu kahverengi bir pantolon göze çarpıyordu. Bir elini sırtına ters bir şekilde koymuş, diğer elini de öne almıştı. İçeriye birilerinin girdiğini fark etmişti elbet.
Kalın bir kitabın tokça kapanma sesi duyuldu. Sırayla içeri girerlerken bilgenin kitap okuduğunu anladılar, belli ki okuduğu satırı bitirmeden konuşmayı düşünmüyordu. Üstelik onları beklerken de vakti boşa gitsin istememişti.
Arkasında yan yana dizildiler. Heyecanları yakalarını bırakmamıştı, öyle ki birbirlerine bakıp duruyorlardı sürekli.
Yanbatu Tandoğan döndü nihayet. Seksenli yaşlarda görünüyordu ama dinçti. Hafiften tebessüm ediyordu. Uzun saçı ve sakalı kırlaşmıştı. Demin okumakta olduğu Udmuş Mongul'un Tutarsızlık Yanılgıları isimli yeşil kitabını göğüs hizasında tutuyordu.
Altay dudaklarını hafiften araladıysa da konuşmaktan vazgeçti. Onun Yanbatu Tandoğan olup olmadığını soracaktı, aslında o olduğuna emindi ama yine de sorup teyit etmek istiyordu. En azından kafasında soru işareti kalmayacaktı. Arkadaşlarının da aklındaki merak dolu ilk sorunun bu olduğundan emindi.
Sessizliğe bürünmüş olan ihtiyar bilge mütevazı yüzündeki tebessümü daha da artırdı. Tebrik edercesine herkese tek tek baktı ve nihayet yumuşak bir tonda konuştu: "Hoş geldiniz, Alakan'ın koruyucuları! Ben Yanbatu Tandoğan."
Son.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
YABAN DİYAR [Tamamlandı]
FantasíaYıl 543. Günya. Karatayranlar bir gece ansızın ortaya çıkıp Balahan köyünü yok etti. Gün doğduğunda ortada tek bir canlı bile yoktu. Altay, Ediz ve Sungur katliamdan kaçıp hayatta kalmayı başarmış ve Balahan'da yaşamını sürdürmüştür. Yıllar sonra ek...