Trenin kapıları küçük bir tıslamayla açıldığında, dehşet içinde yerdeki cesede bakan yolcuları ardında bırakıp, kendini dışarı attı. Elindeki pelerini, saçlarını ve kafasını örtecek şekilde üzerine geçirdi, kolyenin görünmediğine emin oldu. İstasyon, birbirini itekleyerek içeri geçmeye çalışan ve çıkış yolunu arayan yüzlerce insanla doluydu. Kalbi hala atabiliyor olsaydı, kendisi de bariz bir telaş içinde bu insan kalabalığına katılırdı şüphesiz. Ancak atmıyordu. Bacakları iki adet buz kalıbına dönüşmüştü, gitmek istemiyordu; geri dönmek ve sonu her ne olursa olsun Deniz'le birlikte olmak için deliriyordu. Ama bu ne işe yarardı? Her şeyi daha da mahvetmekten başka, ne işe yarardı? Yaptığı hataları telafi edebileceğine dair olan küçücük bir ümit, içinde bir yerde hala yaşamıyor olsaydı; istasyonun şeffaf duvarlarından kendini bırakıp, işe yaramaz hayatına son vereceğini biliyordu. Geri dönmekten korkarak mekanik hareketlerle yürümeye başladı. Omzuna umarsızca çarpıp geçen insanların arasında, kurumuş bir yaprak gibi sağdan sola savruluyordu.
Bir asker ölmüştü.
Bütün hücreleri bu gerçeği inkar etmek için yanıp tutuşsa da, biliyordu. Adamın ruhu çekilmiş gözleri, gözünün önünden gitmiyordu.
Askerlerden birini öldürmenin cezası neydi?
Bunu düşünme, dedi deli gibi başını iki yana sallayarak. Çalkantılı ruh hali, gözlerine karanlık bir ifadenin düşmesine neden oldu. Siyah pelerinin arasından görülen gözleri kime çarpsa, yüzlerinde korkuya benzer bir ifade oluşuyordu.
Asansörlere yaklaştığında, kalabalık tarafından yutulmuş ve yok edilmiş gibi boş hissediyordu. Aşağıdan yükselmeye başlayan asansörü beklerken, trenin orta kısmındaki kapılardan birinde, çığlıklar, haykırışlar ve kalabalığın içinde eriyip giden küfürler yükseldi. Hira, donuk bir kalple dönüp baktığında, tanıdık bir bedenin trenin gövdesine sertçe itildiğini ve ellerinin arkasından kelepçelendiğini gördü. Asansörün yanındaki cam parmaklıklara yapışıp, kendini durdurabilmek için yoğun bir çaba sarf etti. Eğer bırakırsa, kendini kalbinin ellerine bırakırsa, onunla birlikte gönüllü olarak yakalanacaktı. Gözlerini, Deniz'in kalabalığın içinde zorlukla görülen başına kilitleyip, öylece bekledi. Etrafındaki insanlar merak ve dehşetle, tıpkı kendisi kadar hareketsiz olanları izliyordu.
Lütfen bir şekilde kurtul, lütfen, lütfen, lütfen...
Dizleri titriyordu. Büyüttüğü ve beslediği ümit, içini kemiriyordu.
Taşıyıcı, askerin ellerinden bir dirsek darbesiyle kurtulduğunda, başka bir askerin silahıyla başından darbe alıp sendeledi. Yüzü artık yarı yarıya Hira'nın bulunduğu yöne dönüktü ve aldığı darbenin etkisiyle saçlarından alnına kan süzülüyordu. Askerlerin devasa bedenleri arasında yok olup gitmeden önce, gözleri saniyenin onda biri kadar bir süre için, Hira'nın gözleriyle buluştu. Hayat durmuştu. Akıp giden zamandaki o saniye içinde hapsolmuş hissediyordu. İlerleyemiyordu, geri dönemiyordu. Hira, yanaklarını yıkayan gözyaşlarının arasından buğulu olsa da, Deniz'in gözlerindeki kararlılığı ve inancı seçebilmişti. Açılan asansör kapısından içeri geçerken, aklında kalan son resmi silmemek için direndi. Asansörün demirlerine geçirdiği parmakları bembeyaz ve soğuktu; alnından yanaklarına kadar küçük ter damlaları oluşmuştu.
Ciğerlerinde gürültülü bir hırıltıya neden olan derin bir nefes aldı.
Ağzına gelen kusmuğu geri gönderdiğinde, vücudu titredi.
Yaşlı bir adam, koluna tereddütle dokunduğunda, dönüp bakmadı ve iyi misin sorularına cevap vermeyi reddetti.
Bu dünyanın ona yaşatacağı hiçbir şey daha kötü olamazdı.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
KOLYE
Ciencia Ficción"Güneş'in ölmeye başladığı zamanlarda, Dünya'yı başka bir galaksiye taşıyacak güce sahip iki kolye icat edilir. Ne var ki kolyeyi taşıyacak iki kişinin, insanlığı korumak adına ödemesi gereken ağır bir bedel vardır. " Yeni devirde, dengeler değişmi...