Naddik, kan kaybından bayılmadan önce kendisi için gelen Ateş İnsanından kaçmak amacıyla bir oyuğa saklandı ardından mağaradayken şifacıdan öğrendiği teknikle, kendisi için faydalı bir avuç ot toplayıp geldi ve ağzında geviş haline getirip yaranın içini bunlarla doldurdu.
Otlar da kısa sürede istenen etkiyi yarattı ve kanaması durdu. Kanaması durmuştu durmasına lakin hala bir şeyler içini sızlatıyordu. O, düşünmüştü ki o an kabilesi; onun merhamet dilenen gözlerine bakacak, yardım için elini uzatacak ve beraber büyüdüğü o güvenli mağaraya geri döneceklerdi.
Ama o an Kron buna engel olmuş, yardım için yakarışlarını duymazdan gelerek sadece ileriye doğru bakmaya devam etmişti. Sonra hayatı boyunca hep beraber olduğu kabilesi hayatından sadece bir kaç saniyede sonsuza kadar çıkmış oldu.
Naddik, etrafında kimsenin kendisini aramadığından emin olduktan sonra bir bebek gibi ağlamaya başladı. Sebebi Kron'un onu öylece orada terk etmiş olmasıydı. Kalbi kırılmıştı...
Herkes haklıydı... Naddik asla diğerleri gibi değildi. Öyle ki kimse onu gerçekten arkadaşı olarak bile görmemişti. Geçirdikleri onca yıl sonrasında bile onu kurtarmaya tenezzül bile etmemişti. Ama aile dediği o kabile üyelerinin gözlerindekinin kendi yansımasından daha fazla olduğuna kendini hep ikna etmişti. Bunu ispatlayamasa da hissetmişti...
Fakat şimdi pek çok şey artık arkasında kalmıştı. Evi, arkadaşları, kendisini büyüten annesi... Bunlardan daha acı olanı vedalaşmak için kimsenin bir saniye bile durmamış olması...
Naddik'in gözlerinden yaşlar süzüldü. Daha önce ağlamamıştı. Bu küçücük oyuğa saklanırken hayatı tehlikedeydi ve acıyı hissedebilecek lüksü de yoktu.
Ama öyle bir noktaya gelmişti ki gözyaşlarını tutamıyordu. "Neden?" diyebilmişti o an sadece hıçkırıkları arasından. "Ben de ailedenim." arkasında bırakmak zorunda kaldığı kabilesine ağladı. Yalnızlığına ve onu bekleyen bilmediği dünyaya ağladı.
Güneş batmaya yakınken gözyaşları da dinmeye başlamış başını iki yana sallayarak güç de olsa yerinden doğrulmuştu. Düşündü...
Git demişti Kron ama nereye gidebilirdi ki? Naddik çaresizce, kalın bir asma yaprağı bularak yarasının etrafını sardı ardından da yaprağın sapını liflerine ayırıp ip olarak kullandı.
Bu numarayı kabilesindekiler bile bilmezdi. Naddik, orman içinde gezinirken tesadüfen bulmuştu.
Ardından geceyi atlatabilmek adına sığındığı oyuğun çamurlu tarafına, dolanmış ot kökleri ve hasırlanmış bitkilerden bir çatı oluşturdu. Ardından oluşturduğu bu çatıdan içeri ,yani oyuğa, doğru bir girinti yapmıştı.
Gün batımı yakınken, tam karanlık çökmemişti ki Naddik, yaptığı yuvadan dışarıya çıkıp bir kaç uzun asma sapı daha topladı ve gecenin bir vaktini zaten hep yanında taşıdığı bir sukabağına bağlayarak ilerlerken ya da koşarken düşmemesinden emin oldu.
Naddik, işi bitince yaptığı yeni yuvasında yorgunlukla kıvrılıp gözlerini kapadı.
______________________________________Naddik, uyandığında ilk iş havaya baktı. Gökyüzü parlak ve maviydi. Bulutlar parça parça güneye doğru uzaklaşıyordu.
Yaptığı çadırdan emekleyerek dışarıya çıktı. Boş sukabagını alıp çıplak ayak bir göletin kenarına koştu. Soğuğu aldırmadan suyunu doldurdu ve kabağın ağzını da dünden kalan liflerle tıkayarak omzuna taktı.
Şimdi ise Naddik, içerisinde hala az çok su olan nehir ve dereleri geçip bir iç denize varana değin kıyı boyunca kuzeye doğru ilerlemeye başladı. Bodur çalılıkları ve yüksek çamları geride bıraktı. Nehrin su seviyesi de Kuzeye gittikçe artıyordu. Dağlardaki kar eridikçe nehri besliyor olmalıydı.
Nehri sonu gözükmeyen yoluna rağmen takip etti. Fakat bu işte bir terslik vardı. Nehrin ayrılan kolları Naddik'i güneye yani Kron'un kendisini kovduğu yere geri götürüyordu.
Bunu istemiyordu. Kovulduğu o yere geri dönmeyi kesinlikle reddediyordu. Bu yüzden nehrin diğer koluna gidip orayı geçmenin bir yolunu aradı.
Nehir bir yerde genişliyor ve bu da orada çakıl taşlarının toplanmasına sebep oluyordu. Naddik, buradan geçme riskini göze almayı mantıklı bulmuştu.
Batsa dahi yüzüp bir şekilde çıkabilirdi ama ıslanmayı kesinlikle istemiyordu. Çünkü havalar tepeden ışıldayan güneşe rağmen hala serindi.
Yamaç boyunca, hızlı akıntıya bakarak bir ileri bir geri yürüdü. En sığ yeri bulduğunu düşündüğünde de suya girdi.
Ayaklarının altındaki taşlar kaygan ve akıntı da dengesini bozuyordu. Yolu yarıladığında bir şekilde durumu idare etmişti ama diğer yarısını ilerledikçe su epey derinleşmiş boğazına kadar geliyordu.
Naddik, batmamak adına parmak uçlarında yürüyordu. Tam o sırada ayağının altında bir boşluk oldu. Yaralı olan bacağının üstünde dengesini sağlayamayınca da başı birden suya daldı, fazlaca su yutmuştu.
Akıntı onu bir süre sürüklerken sonunda ayaklarının altında tekrardan kayaları hissetmiş ve dengesini tekrardan kurmayı başarmıştı. Biraz sonra da kıyıya çıktı.
Nehri arkasında bırakan Naddik, bu sefer düz bozkır alanlara ulaşmış, yürüyüşüne burada devam ediyordu.
Güneşli günler artık artmaya başlamış, ilerlediği kuzeyde de bu ılık mevsimin etkileri görülür olmuştu. Ağaçlardaki tomurcuklar çiçek açtı, çalılar yeşillendi, kozalak ağaçların dallarında yumuşak iğneler kendini gösterdi.
Naddik, yol boyunca bunlardan çiğneyerek hafif, şekerli tadın sefasını sürdü.
Gün boyu tekdüze bir yolculuk yaptı, akşama doğru ise vardığı bir derenin kenarında kamp kurdu. Su neyseki kolay bulunabiliyordu.
Suyun bu bolluğu sayesinde de geniş bozkırlar tomurcuklanıp canlanıyor bu sayede yiyecek sıkıntısı da kalmıyordu.
Ama açıkta uyumayı sevmiyordu. Bu geniş çayırlar pek çok otlayan hayvanın yaşamasına olanak sağlıyor, hayliyle avcıları da beraberinde çekiyordu.
_____________________________________Ay, tam bir evre daha geçirmişti. Naddik ilerleyen vakitlerle taşımacılık işini daha da geliştirmiş kendine liflerden kaba da olsa bir sepet dahi örmüştü.
Yolculuk boyunca bu örme sepete, hiç durmadan yolda bulduğu ,kendisinin işine yarayacak, otları, çiçekleri, böğürtlenleri topluyordu. Bacağı ise artık daha iyi durumdaydı.
Hava da gittikçe ısınıyor, mevsim yaza dönüşüyordu. Naddik, yoluna çıkan her dereyi yürüyerek geçmenin bir yolunu buluyordu. Arada da mola verip sepetinde kalan yiyeceklerden bir kaçını atıştırıyordu.
Sepette biraz akça ağaç şekeri, kuru meyveler ve etrafta bulduğu taze ölü hayvanlardan aldığı etlerin kurusu vardı.
Naddik, bir kez daha nehrin ayrılan kolundan geçtikten sonra, kuzeye ve biraz doğuya doğru gitti.
Sıcakların artmasıyla artık yemek listesine nişastası bol yer fıstıkları da eklenmişti.
Bitkilerin çeşitlenmesi yanında yazın gelmesiyle hayvanlar da artmıştı. Naddik sürülerce geyik gördü, ren geyikleri, kızıl geyikler ve koca boynuzlu devasa geyikler, kısa bacaklı atlar, katırlar ve bazen de bir bizon ya da vahşi sığır sürüleri görmüştü.
O devasa et yığınları... Naddik, bu sığırların etinin lezzetini düşündükçe ağzı sulanmıştı. Lakin elinde onu avlayabilecek herhangi bir alet yoktu. Zaten kendi boyunu ve cüssesini düşündüğünde elinde alet de olsa avlayabileceğini düşünmüyordu.
Bunlar dışında yolculuk ettiğine artık az çok seviniyordu. Şayet kendi kabilesindeyken böyle bir bolluk hiç görmemişti. Kim bilir belki onun hikayesi böylesine bir göç yolculuğu ile daha iyi olacaktı...
Normalde fikrim onları kabilece göç ettirmekti ama sonrasında gelişen olaylarla beraber Naddik'in bu yolu tek başına devam etmesinde karar kıldım ve okuduğunuz için teşekkür ederim*-*
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Mağara Adamı
Ficción históricaMilattan Önce 350 bin... Bu bir Mağara Adamı hikayesidir. (BxB) #1 tarihöncesi #3 Tarihikurgu