Bölüm 2|• "Hayat Öpücüğü."

94 11 119
                                    


Düşüyordum. Zifiri karanlığın ortasında zihnimin kıyılarına tutunmaya çalışıyor, lakin amansızca savrulmaktan bir adım geri duramıyordum. Bedenim alevden zincirlere vurulmuştu sanki, yanıyordum; ruhum ise kan revandı, durmaz kanıyordum.

Birkaç saniyelik görüntüler vuruyor beni, anlamlandıramıyorum bile. Susuzum. Duramazmışım gibi hissediyorum, soluklanamazmışım gibi... Zihnimin tuzaklarından kaçıyorum. Kaçtıkça daha çok düşüyor, düştükçe bu bilinmeze daha çok saplanıyorum. Ne yaparsam yapayım bu ıstıraptan kurtulamıyorum.

Zihnimde birer saniyelik beliren görüntülere bakamıyorum. Karanlığımda aniden belirip sönen parlak anılar gözlerimi kamaştırıyor, ellerimi gözlerime bastırıp bitmesini bekliyorum. Son bulsun istiyorum, istedikçe başa sarıyorum. Çığlık atmaya sesim, gözyaşı dökmeye hissim yok. Öyle uyuşmuş, öyle donmuşum ki bunun ölüm olduğunu düşünüyorum. Her şey bitmiş gibi geliyor henüz hiçbir şey başlamamışken. Kurtuluş umuyorum ama o ne, onu da bilmiyorum.

Canım acıyor, içim sızlıyor, kanıyorum nedensiz; görüntüleri algılayamıyorum, zihnimde birleştiremiyorum, büyük resme bakamadan ayrıntılarda boğuluyorum. Ciğerlerim kanıyor sanki, hissiz bedenim alevden zincirlerden arınıyor, zihnimin karanlığı dağılıyor, beni vuran anıların yerini gerçek dünyanın göz yakan parlaklıktaki renkleri alıyor, kulaklarımda sesler uğulduyor, gözlerimde renkler birbirine karışıp bulanıklaşıyor, düşmeye devam ediyorum, sanki bir girdabın içindeymiş gibi dönüyorum, boyut değiştiriyormuşum gibi hissettiren yolculuğu bir yatakta uzanırken noktalıyorum.

Ağırlıklar bağlanmışçasına ağırlaşmış göz kapaklarımı güç bela ne zaman araladığım hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu, kaç dakikadır ahşap duvarla bakışıyorum bilmiyordum, kulaklarımın uğultusundan sıyrılıp algıma ulaşan tek bir ses vardı: tik tak, tik tak. Gözlerim yatağın tam karşısına asılmış cilalı ahşaptan yapılmış saate kaydı. Akrep ve yelkovan insanın sinirini bozacak yavaşlıkta hareket ediyor ve geçen zamanın ağırlığı altında ezilmesini sağlıyordu.

Saatin altında koca bir duvar boyunca ciltli kitaplarla bezeli bir kitaplık duruyor, kitaplığın solunda da üstü kağıtlarla dolu darmadağınık bir çalışma masası yer alıyordu. Ahşap duvarlarda koyu bordo renk perdeler asılıydı. Perdeler aralıktı, aradan süzülen güneş ışınları gözlerimi kısmama neden oluyordu. Yerde etnik desenli perdelerle uygun bir halı seriliydi, tavanda ise urgan detaylı siyah bir avize duruyordu, cevizden yapılma ahşap bir dolap da hemen yatağın sağ tarafında yer alıyordu ve bu ev bana tanıdığım hiçbir yeri hatırlatmıyordu.

Canımın acımasına aldırmadan üstüme örtülmüş çarşafı itip doğruldum. Çıplak ayaklarım zeminle buluştuğunda içim ürperdi. Yerimden ani kalkışım başıma keskin bir ağrı saplanmasına neden oldu fakat buna aldırmadan yatağın yanı başındaki komodinde gözüme çarpan çerçeveyi elime aldım, zira bu bana nerede olduğumu anlamama yardım edecek bir ip ucunu ellerime verebilirdi. Etrafı deniz kabuklarıyla bezeli el yapımı bir çerçeveydi. Fotoğraf gün batımında sahilde çekilmişti. Uzun boylu, yapılı ve hayli karizmatik bir adam denizden yeni çıkmış, kucağında tuttuğu küçük kızla kameraya kocaman gülümsemişti. Adamın kısa sarı saçları ıslak ve dağınıktı, kirli sakalları güzel çehresini sarmış, dudaklarında ise fotoğraftan bile insanın içini kıpır kıpır eden güçlü bir gülümseme vardı. Beş altı yaşlarındaki küçük kız çocuğu pembe mayosunun içinde adama sarılmış ve kollarını onun boynuna dolamış yanağını öperken hayli mutlu görünüyorlardı. Çok güzel bir fotoğraf, çok güzel bir manzaraydı.

Parmağımı kız çocuğunun üstünde gezdirdim. Bazı çocuklar hayata gerçekten bir sıfır önde başlıyordu. Çerçevenin arkasını çevirdiğimde eğri ve küçük bir çocuğa ait olduğu belli olan bir el yazısıyla karşılaştım. Babalar günün kutlu olsun kral babam, seni dünyalar kadar çok seviyorum.

YANKI Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin