1

4.9K 80 11
                                    


Birisini gerçekten seviyorsan yaşı, boyu, kilosu ve ne kadar uzakta olduğu lanet sayılardan ibarettir...

Ben Bora Utay... Doğarken annemi, doğduktan yaklaşık 5 yıl sonra da babamı kaybettim. Bu hayattaki tek yakınım halamdı.
Çocukluğum çok güzel geçti. Çünkü hiç evlenmeyen halam çocuk özlemini benimle gideriyordu. Bu sayede de ben el bebek gül bebek yetiştim.
Ne kadar güzel devam ediyor değil mi? Merak etmeyin! Birazdan hayatımın dönüm noktasını yaşayacağım.
13 yaşıma yeni girmiştim. Her çocuk gibi benimde bir arkadaş grubum (aslında bir çetem) vardı.
O zamanlar kovboy filmleri vizyondan hiç düşmezdi. Tahmin edeceğiniz gibi her çocuk kovboyculuk oynardı.
O gün halamın çalışma odasındaki alt çekmeceden babamın eski silahını alıp oynayacaktım. Başka bir niyetim yoktu. İçinin dolu olacağını nasıl tahmin edebilirdim ki?
Bana engel olmaya çalışan hizmetçiyi vurmak istemezdim. Onun acıyla yere yığılışını, halıya yayılan köpüklü kırmızı kanını, cansız bedenini, soluk beyaz tenini ve bakışlarını unutamıyorum. Bir çocuk olarak o görüntüye nasıl katlandım bilemiyorum.
İçeriye bahçıvan girip beni odadan çıkarmıştı. Yavaş adımlarla odama girip kapıyı açmış beni karşılayan aynada gördüklerim yüzünden kaskatı kesilmiştim. Kocaman gülümseyen, şirin ve afacan erkek çocuğu yok olmuş, eli yüzü kan içinde bir katile dönüşmüştü.
Halamın sesini duyuyordum. Benim nerede olduğumu soruyordu. Sonra odama doğru koşarken çıkardığı gürültüyü duydum. Fakat hareket edemiyordum.
Halam boyuma gelebilmek için hızla önümde diz çöktü ve kollarını bana sımsıkı sardı. Hiç bırakmayacakmış gibi...
Zaten tüm kötü şeyler bu olaydan sonra başladı. Bahçıvan benim yerime suçu üstlendi. Halam ise servetinin bir kısmını bahçıvanın ağzını açmaması için harcarken beni de Almanya'ya göndermişti.
Almanya'da ilk senelerim çok berbattı. Her gördüğüm aynayı kırıyor, insanlara zarar veriyordum.17 yaşımdayken halamın ölüm haberi geldiğinde herşey iyice batmıştı. Kimsem kalmamıştı. Okula halam için gidiyordum. Ama artık o olmayınca iyice sallamaya başladım. Test kitaplarını açmak yerine barların kapılarını açıyordum. Denklem çözmek yerine kızların sütyen kilitlerini çözüyordum. Kitap okuyarak sabahlamak yerine içki masalarında, otel odalarında sabahlıyordum.
Almanya'da yaşamanın tek güzel yanı Türkçe sövsende kimsenin anlamayışıdır bence...
O gün gelen mektup gene miras işi içindir diye düşündüm. Mirasa dokunmamayı tercih etmiştim. Ne de olsa o parayı içki masasında, 5 santimetrelik elbise giyen kızlara harcayamazdım. Fakat mektup miras ile ilgili değildi. Bahçıvandan gelen mektuptu. Ölmek üzere olduğunu ve beni son kez görmeyi çok istediğini söylüyordu. Anında gitmesemde gittim.
Bir hastanede kalıyordu. Hapisten bu sene çıkmıştı. Hastane odasının kapısını açtığımda etrafta yoğun bir is vardı ve iki hasta yatağının arasında bir örtü ile oda paylaşılıyordu.
Ne kötü bi ziyaretçiyim değil mi? Yanımda bir çiçek bile yok.
"Bora? Sen misin?"
"Benim, Süleyman Amca."
"Ne kadar büyümüşsün..."
Beni son gördüğünde 13 yaşındaydım. Şimdi ise 22 yaşındaydım. Tek fark, sıcak gülümsememi kaybetmemdi...
"Seninle uzun uzun
konuşmayacağım Bora. Sadece sana bu mektubu verebilirim. Daha ne kadar yaşayacağımı bilmiyorum."
Süleyman Amcanın titreyen ellerindeki zarfı aldım ve dikkatlice inceledim. Zarfı açmadan ceketimin cebine koymak zorunda kaldım. Çünkü görüşme saatinin dolduğunu haber veren hemşire tüm ziyaretçiler çıkana kadar söylendi.
Hastaneden çıkıp kendimi otel odasına attım. Halamdan kalan mektubu açıp okudum. Bana Evrim adında bir kızdan bahsediyordu. Beni çok özlediğini ve son isteğinin o kızı annesinin (öldürdüğüm hizmetçinin) mezarına götürmemi istiyordu.
Eğer bunu halam istemeseydi bir bebek bakıcısı olmayı kabul etmezdim.
Ve eğer kabul etmeseydim Evrim'i, tek doğrumu görme şansımı kaybedecektim.
Sonunda o eve gidecek gücü 3 gün sonra bulmuştum. İçkinin yardımıyla, bir zamanlar cennete benzeyen ev iyice eskimiş, beyaz tahtaları sarmaşık ile örtülmüş, meleğini (halamı) kaybettikten sonra cennet görüntüsüne geri dönememiş o eve girdim.
Halam mektubunda yazdığına göre garaja bizim için bir araba ve gerekli olabilecek tüm herşeyi bırakmıştı.
Ve bir adres...
Her zaman yaptığım gibi bu işi biraz erteledim. Barlarda, otel odalarında kendime gelerek yolculuğa hazırlandım. Sonra ise Evrim'i almaya gittim.
Kapıyı çaldığımda kimse yoktu. Bir teyze birkaç saat sonra eve geleceğini söyleyince evinin karşısındaki pastanede bir salep içerek bekledim. Onu ilk görüşüm mükemmel denemezdi. Pastanenin cam duvarından dışarıyı izliyordum. Kumrala benzeyen sarı saçlarının uçları bukle bukleydi. Mavi gözleriyle etrafa bakarken siyah kirpikleri ile gözlerini kırpıştırıyordu. Buğday gibi görünen teni beyazdı. Kırmızıya çalan pembe dudaklarıyla hafif bir ıslık çalıyordu.
İçimden gelen bir ses onun Evrim olduğunu söylüyordu. Haklıydı...
Hızla yerimden kalkıp parayı bıraktım ve üstünü almadan çıktım. Omuzundan tuttuğumda her kızın yapacağı gibi çığlık attı. Fakat ona uzattığım zarf ile sustu. Sadece mektuba baktıktan sonra mavi gözlerini açıp kapayarak söylendi.
"S-sen Bora mısın?"
Sadece göz kırparak olumlu bir cevap verdim. Şaşkın bakışlarını üzerimde gezdirerek sordu.
"O gün...geldi mi?"
O gün? Herhalde gideceğimiz günden bahsediyordu.
Korkuyla parmağını dudağında gezdirdi ve beklememi söyleyerek içeri girdi. Bir kaç gürültüden sonra (sanırım evi topluyordu) beni içeri davet etti. Salondaki koltukta otururken onun saçma sohbetimizi başlatmasını dinledim. Sadece kısa cevaplar vererek yaptığı kahve soğuyana kadar evde kaldım.
15 yaşında olduğu için gitmesi gereken bir okul olduğunu söyledi. Son sınavlarını olmuşlardı ve tatile 2 hafta vardı. Fakat ben bu yolculuğun hemen başlayıp bitmesi için yarın okuluna gelip izin isteyecektim.
Otel odasında rahat bir uykudan sonra sabah okula gittim. O an fark ettim ki Evrim de benim gibi yalnız birisiydi. Bu koca dünyada yapayalnızdık.
Müdür parayı görünce iyice gevşedi. Birkaç evraktan sonra çıkmama izin verdi. Evrim'i almadan önce arabaya yakıt dolumu ve kontrol yaptırarak onu almaya gittim. Zaten ben geldiğimde hazırdı. Lanet yağmurun altında beklemek yerine arabada onun komşusu ile vedalaşmasını bekleyerek radyodaki müziği dinledim. Bir süre sonra Evrim yanımda yerini aldı. Emniyet kemerini taktı ve gülümseyerek bana baktı.
"Şimdi gidebiliriz Bora abi!"
Abi? Başka kelime mi kalmadı?
Silecekleri çalıştırıp arabanın camındaki yağmur damlalarını sildirdim ve yola başladım. Uzun bir yolculuğa sahiptik ve bu yol boyunca bir kez daha abi kelimesini duymak istemiyordum.

Yolculuğumuz böyle başlamıştı. Ani ve bir o kadar saçma... Hani ilk karşılaşmalarda kız ve erkek çarpışır, kitaplar yere yığılır ve erkek topladığı kitapları uzattığında göz göze gelip aşık olurlar ya... Fakat biz daha ilk karşılamamızda birbirmizden korkmuştuk. Ne ben onun çığlık atacağını biliyordum ne de o ansızın hayatındaki en büyük felaketinin onun omzundan tutacağını biliyordu.
İşte hayatın bize attığı kazıklardan biri buydu.
Beyaz bir defterin üzerine atılan iki siyah noktadan ibaret olduğumuzu sanarken aslında simsiyah bir defterdeki iki küçük beyaz noktaydık. Sanki yoldan çıkmış, alt üst olmuş, dağılmış ve çivisi yerinden çıkmış bu dünyadaki tek doğru ikimizdik.
Bir de şu sevimsiz "abi" kelimesi vardı....

Küçük TutsakHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin