Küçük bir kız çocuğuyken her zaman, babam beni bir prensesmişim gibi yatağıma taşısın diye uyuyor numarası yapardım. Uyumadığımı bilirdi. Her seferinde de yatağıma taşırdı beni. Her gece tekrarlanırdı bu. Televizyonun karşısında gözlerimi kapatır, beni kucağına almasını beklerken gülmemeye çalışarak kıpırdanıp dururdum.
Annem bu halime çok gülerdi. Umarım hayatına, seni bir prensesmişsin gibi sevecek biri girer, demişti ben biraz daha büyümeye başladığımda. Tabii, neredeyse liseye geçene kadar bu numaraları bırakmamıştım. Hakkını da vermem gerekiyor, babam da oyunuma her seferinde ayak uydurmuştu. Ne zaman bir prenses olmak istesem, benim için oradaydı. Hiç bir gün gerçekten bir prensin sevgisini isteyeceğimi düşünmemiştim. Hep çocuk kalacağım sanmıştım.
Çocuk kalmıyorduk. Büyüyorduk ve büyümek hiç güzel bir şey değildi. Hissettiklerimiz çocukken daha güzeldi. Çocukken her şeyde bir güzellik bulmak kolaydı. Prenses olmak kolaydı ve bir prenses gibi sevilmek istemek sizi aptal yapmıyordu, çocuk yapıyordu. Küçük bir kız çocuğu.
Küçük bir kız çocuğuyken her yaz gördüğüm bir çocuğu sevmeye başlamıştım. Sessizdi, pek fazla konuşmuyordu, gülmüyordu da. Beraber oyun oynuyorduk ama birbirimize yakın durmuyorduk hiç. Bazen aklına takılan bir şey olursa soruyordu. Aynı odanın içinde aynı oyunları iki ayrı köşede oynuyorduk. Başlarda sorunun bende olduğunu sanmıştım. Beni sevmediğini hatta belki de farklı bir ülkeden geldiğim ve onun kadar akıcı konuşamadığım için benimle vakit geçirmeyi sevmediğini düşünüp kendi kendime üzülmüştüm.
Biraz daha büyüdüğümüzde, onun sorunun benimle olmadığını fark etmiştim. Biz artık hiç konuşmuyorduk ama bu benimle sınırlı değildi. O, kadınlardan uzak duruyordu. Birbirimizi yıllardır tanıyor olmamıza rağmen yakın olduğumuz tek an, bahçedeki havuza düştüğümde beni kurtardığı andı. Suyu sevmezdim ve yüzme öğrenmek asla istediğim bir şey değildi. Ölmek üzere oluşum bizi birbirimize yakınlaştırmıştı. Ve bu kadardı işte. Sonra aramıza tekrar buzdan duvarlar örülmüştü. Örülmesine tek bir sebep bile çıkarmadığım bu duvarları yıkmak için de bir çaba göstermemiştim pek.
Hislerimi belli edebilen biri değildim. Üzgünlüğümü, kırgınlığımı, sevincimi, korkularımı... Genel olarak tüm hislerimi içimde yaşardım. Birine kırgınsam bile bunu kendi içimde çözerdim. Kendi kendime kırıldığım kişiye küser, bir zaman sonra onu kendi kendime affederdim.
Jeon Jungkook ise benim için işleri kolaylaştırabilen biri değildi. Tabii, öyle bir çabası da yoktu. Lisedeyken, her yaz kalmaya geldiğim evinde her an etrafta onu görebilmek için dolaşır ve karşılaştığımızda tek kelime edemezdim. Yine de onu izlemekten de geri durmazdım. Odasından sık çıkmazdı ama sabah erken saatlerde havuza girerdi, penceremden onu görebilmek için erkenden uyanırdım.
Ortada büyük yaşanmışlıklar yoktu, hiçbir zaman olmamıştı. Yalnızca küçük, birkaç andan ibarettik ve yıllar boyu onlara tutunduğumu hiç fark etmemiştim. Çünkü üniversiteye geçer geçmez Jungkook o evden ayrılmıştı. Ve onu sonraki dört yılda hiç görmemiş, bir daha göremeyeceğimi düşünmüştüm.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
la buena vida | liskook
Fanfiction"Avuç içlerimiz... Hiç düşündün mü, belki de onları kanatan tırnaklarımız değil de kader çizgilerimizdeki dikenli yollardır?" ~ Lalisa Manoban, yıllar önce masum hislerle aşık olduğu Jeon Jungkook ile tekrar bir araya gelir. Bu bir araya geliş ise b...