Yorgunum, dedi içinden bir ses. İnanmadığı ile imtihan olmaktı sanki onunkisi. Gerçek Müslümanların yeryüzünde yaşadığına inanmıyordu. Nitekim bu gerçekle yüzleşiyordu şimdi. Sonra da Allah ile arası bozuluyor bu insanların müsebbibi olan Allah'a kızıyordu. Aksiliği yüzünden bir türlü onun tarafından kabul görmüyor kendisi de kabul görmeyeceğine inandığı için kapısına varıp ben geldim diyemiyordu.
"Sevgili Habibe,
Sana mektup yazmaya varınca elim, mesajı bile mektup niyetine yazıyorum. O kadar karmaşık işler çıktı ki annenin verdiği adresten, söylediği isimlerden... Kurban olayım itiraz etme de bir karşı karşıya gelip konuşalım seninle. İnan aile denilen o insanlardan gelecek zararın nokta kadarı gelmez benden sana. Kabul buyur dergâhına Habibe. Şartlarınla müridin olayım."
Bir kısa mesaj ancak bu kadar kısa olabiliyordu göndericisi Afşar, alıcısı Habibe olunca. Cevap geleceğini biliyordu elbette. Cevap gelmeyecek yerden üzümlü kek yemezdi Afşar. Bir üzümlü kek daha az anlamlı olmazdı hayatta.
"Ömrüm boyunca sizin kadar deli birini daha tanır mıyım bilmem? O kadar delisiniz ki neden bir akıl hastanesi yerine karakoldasınız anlam veremiyorum. Nerede diyorsanız oraya geleyim Afşar Bey."
Bu mesajı saklarım dedi Afşar. Ne kadar çok şey anlatmak istemişti aslında. Sizin farklılığınız etkiledi beni demek istemişti. Bir akıl hastanesinde olsanız bile oraya gelir sizi görür, sizi dinlerim demişti. Ya da böyle desin istemişti. Denileni hayalleri ile oyalamıştı. Çünkü Afşar'ın maharetleri arasında biraz biçki dikiş de vardı.
Bir çay bahçesinin kahve kokularının arasında karşılıklı oturdular. İkisi de aynı anda geldiler bahçeye. Kimse buluşma adresinde kimseyi beklemedi. Kapıda rastlaştılar. Tebessümle selamlaştılar. Afşar'ın selamlaşma cümlesi bulamayacağından değil de kadının sessizliği çekiyordu onu... Çektikçe çekilmekti adamınki... Şöyle oturalım efendim manzarası güzel. Manzaranın da önemi yoktu aslında buluşmanın asıl amacı düşünüldüğünde. Olsun, manzaralar anılarda kalırdı. Kimse yan gelip yattığı tv karşısında uyukladığı günleri hatırlamazdı. Geçmiş dendi mi en çok manzaralar kalırdı akılda. Bir de acılar. Yaralar. İhanetler. Kayıplar. Gidenler. Verilip tutulmayan sözler. Yalanlar. Yalancılar.
"Nasılsın Habibe?"
"İyiyim. Siz?"
Yine siyah giymişti. Simsiyah. Hava iyice ısınmıştı. Yaz günü bunca siyah külfet değil mi be güzelim bedenine?
"Ben de iyiyim. Ne içersin?"
"Çay."
İki çay işareti, garsonla kontak kurar kurmaz yapıldı. Afşar yeniden kadına döndü. "Saklama kabını getirmedim. Ama sor neden?"
"Neden?"
"Çünkü tabak boş getirilmez. İçine ne koyacağımı bulamadım."
"Mühim değildi."
"Olur mu adettendir?"
"Doğru adettendir."
Tıkanıp kalmış gibi buracıkta sohbetleri, sustular. Denizden yana baktı Habibe. Sanki denizi ilk kez görüyormuş gibi.
"Benim bir kız arkadaşım var," dedi Afşar. Kadın öylece döndü ona. Şaşırmıştı. "Deniz. İsmi. Psikolog. Aslında benim psikoloğumdu sonra sevgilim oldu. Meslek etiğine aykırı bir iş. Ben hiç etik biri değilim Habibe. Ama istediğim zaman çok dürüst olurum. Bazı insanlar dürüst olmaya değmiyor. Yani onlara dürüst olsan da yalan söylesen de onlar seni çoktan ütmüş oluyor. Ütülünce insan bir intikam alası geliyor. Ben de onu üteyim istiyor. Ama o bilmesin. Sinsice yapayım. Sende de oluyor mu böyle şeyler?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sana Kendimi Anlatsam
Ficción GeneralSana Kendimi Anlatsam sen de dinlesen... Hep bir anlaşılma isteği ile yaşadığımız zaman diliminin içinde herkesin de anlatma isteği bu kadar çokken kim kimi dinleyecek şaşırıp kalırız. Fakat buldu isek dinlenildiğimiz yeri değer makamımız orası olur...