Gece karası gözler ufuk çizgisini seyre dalmıştı ve dışarıdan bakan biri manzarayı izlediğini düşünürdü. Oysa, kafasının içinde daldığı okyanus manzarasının mavi sularını kıyametin kan rengine boyadığını bilseler onun hakkında bir fikir yürütmeyi dahi akıllarından geçirmezlerdi. Zaten biraz aklı olan herhangi biri bu adamın gözlerine bakmaya cesaret edemezdi çünkü o gözlerde ölüm vardı ve bir bakışı can almaya yeterdi.Hayır, o Azrail değildi ama onun gölgesiydi. Nasıl ki bir şeyin gölgesinin orada var olması için kendisinin de orada olması gerekirdi o da öyle biriydi. Onun olduğu yerde Azrail vardı, Azrail'in olduğu yerde de o. İkisinin olduğu yerdeyse ölüm vardı. Ölümün olduğu yerde de onlar.
Bugün ölümün gölgesi okyanus kenarındaki hareketli bir sahil kasabasına çökmüştü. Büyük ve gösterişli gemiler inci bir kolye gibi dizilmişti okyanusun boynuna. Kıyı şeridi canlıydı; gemilerden yük indirenler, yük bindirenler, yolcu gemilerine akın edenler, seyyar satıcılar, balık yakalamak için çığlıklar atarak alçalıp yükselen martılar, martıları kovalayan balıkçılar, kasabaya ilk kez gelen şaşkın yolcuların paralarını ustalıkla çalan hırsızlar, falcılar ve yalancılar.
Bir de onları izleyen bir adam. Gece rengi gözleri sıradaki kurbanını arayan bir avcı. Bir katil... Efsanelerde onlara Ölüm Getiren gibi birçok lakap takılmıştı ancak o da biliyordu ki tüm bu süslü sıfatlara gerek yoktu; o bir katildi. Ancak onu diğer katillerden ayıran bir şey vardı. Onlar ruhlarını şeytana satmıştı fakat bu adam ondan ruhunu isteyen şeytanı öldürüp yerine geçmişti.
Şimdi o şeytanın ta kendisi miydi yoksa kendinin efendisi mi?
Bir önemi yoktu. Yoksa var mıydı? Hikâyenin sonunu görene dek kimse bunu bilemeyecekti.
Uzun bir yolculuk boyunca içinde bulunduğu gemiden atlayıp karaya ayak bastığında göz ucuyla etrafı süzdü. Ölümün kokusunu alıyordu ve bu koku onu kurbanına götürecekti. Kalabalığa karışırken çarptığı insanları önemsemiyor, ayağına dolananları kenara fırlatıp kokuyu takip ediyordu. Kanın keskin kokusu burnuna dolarken buralarda bir yerde olduğunu biliyordu. Öldürmek artık onu heyecanlandırmıyordu; bazıları kurbanıyla oynar, bundan ölesiye bir haz duyardı ancak onun ruhu öylesine alışmıştı ki öldürmeye, nefes almak nasıl heyecan vermiyorsa öldürmek de heyecan vermiyordu artık.
Kurbanını hiç görmemişti ve görmesine de gerek yoktu, ölümün kokusu onu her zaman doğru adrese götürürdü.
Ölüm Getirenleri herkes bilirdi ancak kimliğini belli etmek istemeyen hiçbirini tanıyamazdınız. Birileri onların kulağına bir kurban fısıldardı ve onlar da bir gölge gibi kurbanın üzerine çöker, canını alır, karanlığa karışırdı.
Koku onu kalabalıktan ve yerleşim alanından uzak kayalıkların oraya kadar sürüklediğinde içine tuhaf bir ürperti çöktü ve saniyelik bir refleksle duraksayıp etrafına bakındı. Bu hissi ilk kurbanından beri tatmamıştı ve bunca yıl ve bunca kandan sonra neden böyle hissettiğini anlayamamıştı. Başını iki yana sallayıp kararlı adımlarla yürümeye devam ettiğinde batmak üzere olan güneşi izleyen yaşlı bir adam gördü ve ölümün kokusu ciğerlerinin en ücra köşelerine kadar ulaşıp onu esir aldı. Gök artık kan kızılı rengindeydi ve birazdan bu adamın göğsü de o renge boyanacaktı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kelebeğin Kaderi Serisi I: "Kader Çalan"
FantasyYetişkin içerik barındırır. "Bir yılan ve bir yalan, biri olan biri olduran. Sen söyle şimdi, kim doğru kim yalan?" Ölümü getirenlerin ve kaderi çevirenlerin olduğu bir krallıkta 19 yaşındaki Zedia, babasının katilini bulmak için bir yolculuğa çık...