han seojun bir oğlu olduğunda, dünyalar onun olmuştu. ayakları yerden kesilmiş, çok sevdiği eşinin kolları arasına bıraktığı oğullarına bakarken gözyaşlarına hakim olamamıştı. kendi soyadını ve yeni yeni yükselmeye başladığı işini gözünü kırpmadan devredebileceği, onu ve eşini gururlandırabilecek bir erkek çocuğu olmuştu. taşradan metropole yerleşirken beraberinde getirdiği yegâne şey şüphesiz ataerkil düşüncesiydi. bu yüzden bir erkek çocuk onun için onur ve gurur kaynağıydı.
başlarda her şey olması gerektiği gibiydi. yıllarca beraber olduğu, aşık olduğu, kadın ve biricik oğullarıyla birlikte orta gelirli bir aile olarak hayatlarını sürdürüyorlardı. seojun gün geçtikçe yükseliyor, adını sektöre silinmemek üzere yazdırıyor ve başarı basamaklarını beşer beşer tırmanıyorken tüm bunlarla paralel ilerleyen tek bir şey vardı.
mutsuzlukları.
seojun, paranın ve gücün tadını almaya başladıkça hem eşinden hem de çok sevdiği oğlundan uzaklamış; onları birer rakip olarak görmeye başlamıştı. artık sektörün en iyisiydi, evet ancak sektörde adından sıklıkla bahsedilen eşi ve varis olarak adlandırılan oğlu jisung büyük bir tehlike arz etmeye başlamıştı onun için.
paranın nasıl gözünü boyadığını, güç uğruna nasıl kendi canından olan oğluna el kaldıracak duruma geldiğini hatırlamıyordu bile. jisung'a ilk el kaldırdığı günü hatırlıyordu sadece. jisung henüz ne olduğunu anlamayacak ve hatırlamayacak kadar küçüktü ancak han seojun bunu hayatı boyunca unutamamıştı. bundan bir ders almamıştı yine de. sonrakiler ise devamlı olarak şiddetini arttırmış, bir öncekinin sebebini dahi unuttur hâle gelmişti.
jisung her zaman yaşıtlarının aksine omuzlarına yüklenen sorumlulukların farkında olarak büyümek zorunda kalmıştı. annesinin onu terk etmesinden sonra -ölümünden sonra- babasına daha çok bağlanmıştı. babası ona ne kadar kötü davranırsa davransın ne kadar görmezden gelirse gelsin o babasını her şeyden çok sevmeye devam ediyordu.
çocuktu.
sonralarında ise asla büyümemiş, babasını sevmeye devam etmesinin ardında hep yarım kalan çocukluğunu bahane etmişti.
büyümek jisung için hiçbir zaman kolay olmamıştı çünkü jisung büyümek için koştuğu yollarda düşerken, onu elinden tutup kaldıracak kimsesi olmamıştı. tek başına düştüğü yerden kalkıyor, kanayan dizlerinin üstesinden kendisi geliyordu.
alışmıştı da buna, başka bir şansı da yoktu ya. herkesin imrenerek baktığı, televizyon ekranlarına yansıyan mutlu görüntüsünün altında aslında kimsenin tanımadığı bir jisung yatıyordu aslında.
tüm bu buhranın ortasında ise tek bir isim beliriyordu jisung'u hayata bağlayan.
mizuhara minho.
şoförleri mizuhara kei'nin en büyük oğlu.
minho'nun hayatında ilgi çekici hiçbir şey yoktu jisung'unkiyle kıyaslandığında. minho dünyanın en sıradan ve rutin hayatına sahipti belki de. dışarıdan gören kimse ona imrenmezdi. girdiği ortamlarda dikkat çekmezdi. sevgilisi dışında pek yakın olduğu kimse bile yoktu. gece hayatından nefret ederdi. lise forması her zaman annesinin ütülemesine rağmen kırış kırış bir şekilde pantolonunun içinden sarkardı ve jisung'un dikkatini çeken şey de tam olarak buydu.
mizuhara minho, han jisung'un olmak istediği kişiydi.
sıradan ve rutin bir hayata sahip olmak jisung için imkansızdı. üstelik minho'nun ailesi birbirini öylesine güzel seviyordu ki, jisung'un onlara hayran olmamasını beklemek büyük bir hata sayılırdı. birbirini seven binlerce aile arasından ne için bu aileye takılı kaldığını bilmiyordu jisung. belki de hayatlarının en içinde olan kei'nin kendine ait hayatının tıkırında olmasıydı jisung'u bu hâle getiren.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
sympathy for mr. vengeance ; minsung
Fanfictionminho'nun, ailesinin katili han jisung'dan intikam almak için hapishaneye girmesi gerekiyordu. [aynı isimli filmin uyarlaması değildir] [enemies to friends to lovers, unhealthy relationship, alternative universe - prison, mommy/daddy issues, slowbur...