Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.
Jeon Jungkook, benim bataklığımda kendi gösteren temiz bir lotus çiçeğinden başka bir şey değildi.
Her zaman hatırlayacağım nazik gülümsemesi, içimi sevinçle dolduran kahkahası, tenime değen dudakları, bedenimi kavrayan bedeni ve içimdeki doluluk... Her bir zerresini her daim hatırlayacaktım. Ona aşık olduğumu geç fark etmiş olmanın verdiği acı ve pişmanlık tüm yüreğimi avuçlari arasına almış, canımı yakıyordu.
Sevdiği insanın ilk durağı olmak nasıl bir his bırakırdı yürekte, o zamanlar bilmiyordum. Bilinmezliğim katlanarak çoğalırken Jungkook onların altında ezilmiş, yok olmuştu.
Kar yağışının sona erdiği, sokak kenarlarında birikmiş beyaz yığıntıların sulara dönerek şehri terk ettikleri bir zamanda uyandığım bir sabah vardı. Evi kahve kokusu sarmış, salondan ufak mırıltılar geliyordu. Jungkook duş almıştı, açık banyo kapısında biraz önce kullanılmış duş malzemelerinin kokusu ve sıcak suyun buharı geliyordu. Aylık bir otomobil dergisinin sayfalarını karıştırırken hafif hareketlerle dans ediyor, kendi kendine mırıldandıyordu.
Omzumu kapının pervazına yaslamış, bir film içerisinde görmüş olsam aşırı beklendik gelecek o sahneyi gerçekleştirmiştim; Jeon Jungkook'un güzelliğini izlemiştim dakikalarca. Bardağın içindeki koyu renkli sıvı giderek azalıyor, Jungkook'un sesi biraz daha yükseliyordu. Beni gördüğü an durmuş, gözleri iki kocaman elmas parçası olarak bana dönmüştü. Dudakları hafif aralıktı, tepkimi ölçmeye çabalıyordu.
İnsanın dürtülerine karşı koyamadığı bazı anlar vardı. Jungkook'un sevimli ve çocuksu hâli o dürtüyü desteklemiş, kapıdan ayrılarak ona yaklaşmıştım. Dudaklarımın yeri onun dudakları olurken ellerim beline yerleşmişti. Şaşkındı, dudakları aralık ve hareket etmiyordu. Gözleri kapanıyordu. Bir elimi belinden ayırmış, hâlâ parmakları arasında duran bardağı alarak tezgâhın üzerine bırakmıştım. Boşta kalan elleri ilk omzuma, oradan enseme kaymış ve dudakları aralanarak öpüşüme karşılık vermişti.
İki et parçası nasıl oluyordu da sevmediğim kahve kokusu ve tadını benim için yaratılmış hissi verebiliyordu?
Parmaklarımın arasında tutuyor olduğum sade kahve dolu cam fincana bakarken o anılar gelmişti aklıma. Jungkook'a karşı en büyük yenilgimi aldığım, kahveyi dudaklarında sevdiren ve şu an bile kahve içebiliyorsam onu aklıma getiren o an. Dudakları öyle bir sevgi ve şefkatle sarıyordu ki dudaklarımı, onun için ölmek istememe neden oluyordu. Jungkook hafif değildi, onu romantik bir biçimde belinden tutarak kaldıramaz ve tezgâha oturtamazdım fakat onu tezgâha yaslayabilir, üzerine eğilerek bedenlerimiz arasındaki tüm mesafeyi yok edebilirdim. Küçük, sızlanma dolu inlemesini hâlâ canlı bir şekilde aklımdaydı.
Jungkook'un o sabahki mutluluğu, işe gitmeden önce dudaklarıma bıraktığı öpücük, akşam için tavuk alarak geleceğini söylemesi benim için yeterliydi. O evden ayrıldıktan sonra mutfağı toparlamaya girdiğim sırada derginin açık sayfasında kırmızı bir Ferrari F40 görünüyordu. Klasik arabanın güzelliği beni de büyülemişti. Üzerimi değiştirmiş, siyah tişörtümün üzerine kabanımı giydikten sonra evden ayrılmıştım. Şehrin izbe mekanlarının bulunduğu bir mahallede oturuyor olsam bile en iyi yerleri biliyordum.